22 Kasım 2007 Perşembe

bir illuzyon olarak çamaşır günü


“İlluzyon” dedi bir ahbabım bugün, şehirli kimliğimi meşrulaştırmak için bir istanbul illuzyonu yarattığımdan tereddüt eder gibiydi. Her lafını can kulağı ile dinlediğim bir adam olduğu için sorguladım kendimi. Şehir üstüne yazdıklarım sadece görmek istediklerim mi? Sadece eskiye ait, bugün gerçekliği olmayan durumlar mı? Olabilir mi acaba? Onbeş dakikalık mesafeye birbuçuk saatte ulaşılabilen, yayalara ayrılmış yollarda arabaların parkettiği, yapıların inasanilikten uzak, sadece barınak olarak inşa edildiği, ev yapmak için ağaçların kesildiği, suyun elektriğin düzenliği olarak kesildiği bir şehirden bahsettiğimi unutuyor muyum acaba? Gördüklerim bir illuzyon mu gerçekten? Öyle olsa gerek; Salıncağı, kaydırağı, anneler için şahane oturma birimleri, kum bahçesi ile bir güzel şehrin ortasına konmuş bir çocuk parkında mis gibi yıkanmış çamaşırları, dövülmüş halıları asılı görmüş olamam. Oysa mahallede çocuk boldu, sokak aralarında kendilerine tuhaf bir asker oyunu bulmuş, birbirlerine “onbaşı, yüzbaşı, asker” diye bağırarak, ellerinde ki sopalarla savaş ediyorlardı, vurulanları, çocuk parkının hemen yanındaki gerçek mezarlığa mahsuscuktan gömüyorlardı. Evet, bu olsa olsa bir illuzyon, bugün ki istanbul’da ne işi var bunların?

18 Kasım 2007 Pazar

şahika


Çocukluğumun bazı günlerini Kuzguncuk’ta cumbalı, hamamlı, çatılı bir evde geçirdim, perihan abla, ekmek teknesi dizileri çekilmeden çok önceydi. Evde hazırlanan yemeğin pişmesi için fırına gönderildiği, kapıyı açmak için pencereden sepetle anahtar indirildiği günlerdi. Mermer girişinde, depo olarak kullanılan pek de küçük olmayan bir hamamı vardı. Oldukça dik merdivenlerden yukarı çıkılıp eve girildiğinde sobadan insanın yüzüne sıcaklık çarpardı. Ortadaki masada –çocukların geleceğinden haberli olunduğundan mıdır nedir- hep bir kurabiye, galete tabağı olurdu, sobanın üstünde –eğer mevsim kışsa- portakal ya da mandalina kabukları. Mutfağa açılan yan odada, o zamanlar bana dibi ulaşılmaz derinlikte görünen bir gömme tel dolap vardı, içinden serinlik gelirdi. Mutfak camında bir gürültü olurdu kimi zaman; bir türlü israf edilemeyen, cam dışına konulan ekmek kırıntılarına üşüşen kuşların patırtısı hazırlanmakta olan yemeğin hengamesini bastırırdı.
Kocaman, yukarı doğru açılan pencereleri dar sokağa bakan oda gündüzleri serin olurdu, kapısı hep kapalı, akşam olup uyku saati geldiğinde iki kanatlı kapı açılır sobanın sıcağı odaya verilirdi. Uyumadan önce çatıya çıkılır, o zamanlar bugün olduğundan çok daha değerli olan köprünün ışıklarına bakılır, yıldızlara bakmış gibi mutlu uyunurdu. Kocaman pencereli odanın kocaman aynalı dolabının kapısı açıldığında kesif bir parfüm kokusu yayılırdı odaya, yıllarca biriktirilmiş, dibinde parfüm kalıntıları kalmış onlarca minik parfüm şişesinden. Aynanın önündeki çoğu yeşil taşlı küpeler o kokuyla daha bir çekici gelirdi bir kız çocuğuna.
Kimi yaz geceleri sinamaya gidilirdi kuzguncuk’ta. Cumbalı hamamlı evden yürüyerek on dakikalık mesafede bir açık hava sineması, çevre evlerin camlardan filim seyrettiği sinemalardan. Ben bir tanesinde çok ağlamıştım, eve dönerken, yolda bile ağladığımı hatırlıyorum.

Duvarda bir çerçeve içinde üniformalı bir asker, tüm vakarına, sessizliğine rağmen, evin hanımı her daim ona söylendiği için evin sorunlarından uzak kalamazdı. Hanım söylenirdi ama her bayram ve de bizim bilmediğimiz zamanlarda kuzguncuğun tepesinde yatan askeri ziyarete giderdi.
Artık beraber olacaklar.
Ben her unkurabiyesi yediğimde onu düşüneceğim.

surlarda susanlar



Herhalde bu şehrin belki de tek yeşilik alanları mezarlıklar olacak birgün. Sadece anı sanı belli büyük alanlara yayılmış mezarlıklardan bahsetmiyorum, kimi zaman bir caminin bahçesinde, kimi zaman bir sur dibinde karşımıza çıkan o ufak mezarlıklar da birer küçük vaha gibiler şehrin ortasında. Bugün bir kaç tanesinde durdum, dinlendim. Ayvansaray’dan şehre girince Atik Mustafa Paşa camiinin bahçesinde bir küçük mezarcık. Cami’nin bir bizans kilisesinden devşirme olduğu aşikar. Biraz yukarı doğru çıkıp mahkeme Külhanı sokağına girince, insanın şöyle bir geri dönüp Halice bakası geliyor, bakınca da üç nufuslu bir mini mezarlık ile karşılaşıyor. Sıkışık düzende yapılaşmış mahalleye etrafındaki ağaçlar ile nefes aldıran üç taş. Biraz ilerde şehrin diğer bir kapısı: eğri kapı, bizans döneminde ki adıyla: kaligaria. Kapının hemen dışında bir sahabe türbesi, ve sura bitişik onlarca mezar, hemen yanından geçen otoyola inat yeşillik, çiçeklik.

9 Kasım 2007 Cuma

em hemu hrantin


Surlarda, hala, bu devirde her kapının bir kahyası varmış, şehrin ortasında, iki sur arasında roka yetiştiren ve hala toprak adamı olarak hayatlarını sürdüren, nesillerdir istanbullular varmış, çingeneler hiç de otantik değillermiş, şu anda istanbul’da yaşayan bir çok kişiden daha gelişmiş bir türkçe konuşuyorlarmış. Nişantaş’ında şahane bir haute couture salonu varmış, kıyafetler duruma göre, ufak bir rötuşla tesettür formunu alabiliyorlarmış. Daha binbir hikaye; edirnekapı’da kocası büyükada’da faytonculuk yapan kendisi sura nazır yaşayan, ağzından çıkan her lafla kendi güldüğü gibi çevresindekileri de güldüren Cevriye hanım favorim. Ama bugünlerde canım çekmiyor bu keyifli istanbul hikayelerini dillendirmek.
Benim siyasiliğim mahallemden ibaretti, mesele geldi dayandı mahalleme, bakkalda, meyhanede, kahvede muhabbet edemez olduk, en yakınlarım karşıda durur oldular, o yüzden keyif yapamıyorum. Benim “şans” dediğim diğerleri için “suç” oldu.

Evimde, girişte, “hepimiz hrant dinkiz” elafişi duruyor o günden beri, öylesine oraya konulmuş, bugün emlakçı gelmeden kaldırdım. Arat Dink çoluğu çocuğu toplayıp Belçika’ya yerleşmiş, yerleşir tabii, benim gibi elafişini bile ortada bırakmaktan korkanlar oldukça. Pardon arat.

Cevriye hanım’ı yazıcam ama. Kapı kahyalarını keza.

4 Kasım 2007 Pazar

pembe camii


Nurtepe'de(kağıthane) bir camii var, muhtarlığın tam karşısında, hansel ve gratel masalından fırlamış hissi veren, pembe, pespembe

istanbul'da sonbahar


sonbahar benim istanbul'la aramın bozulduğu bir mevsimdir. Şehir bu mevsimde bana pek iyi davranmaz. Girdiğim yollarda trafik tıkanır, şemsiyemi evde unutup sokağa çıktığımda yağmur yağar, bastığım kaldırım taşları yerinden oynamıştır ve genellikle içlerine çamurlu su dolmuştur. Dolayısıyla son günlerde şehir üstüne hiç yazasım yoktu. Kasım geldi geçiyor bile, karanlık ve kısa günlere alıştım, aramı düzeltmeye çalışıyorum şehirle

14 Ekim 2007 Pazar

1941 baharında saat onbeş. Merdivenlerin üstünde güneş Yorgunluk Ve telaş


Yıkmaya bayılıyoruz, eskiye tahammülümüz yok. Tamir ettirene kadar yenisini alıyoruz ev eşyalarının, tahtalara bakım yaptırmak yerine söküp laminat döşetiyor, mermerlerden nefret ediyor, italyan tezgah koyuyoruz mutfaklara. Ne yalan söyleyeyim, ben de yapıyorum. Kaç kere yan gözle baktım evin yarısını kaplayan anneanneden kalan koltuklara, “şunları yarın kapıya koysam da bir güzel ikea’dan gidip şöyle ucuzundan rahat, yer kaplamayan koltuklar alsam” diye. Eskiler yer kaplıyor, kıyamıyoruz ama hareket kabiliyetimizi sınırlıyorlar. Ben evimdekiler için geceden sabaha karar verebiliyorum ama şehir yöneticilerinin benim gibi hareket etmelerine katlanamıyorum. AKM ve Haydarpaşa üzerine yazmadan mevzuatlarını bilmem, meseleyi iyi kavramam gerektiğini düşünüyordum. Karar verdim; hayır, tepki göstermek için herşeyi bilmem gerekmiyor. Ben buralıyım, bu mekanları senelerdir kullanıyorum, getirisini götürüsünü bilmeden de fikrimi söyleyebilirim. AKM de Haydarpaşa da çok büyükler, ikisi de şehrin en güzel yerlerine kurulmuşlar, elbet bugünün şehircilik anlayışıyla çok daha iyi kullanılabilirler. Bunun için yıkmak şart mıdır yani?
Yönetim AKM’nin “istanbul’un ihtiyaçlarına yanıt veremediğini” savunuyor. Hangi bina, hangi sistem, hangi yönetim istanbul’un ihtiyaçlarına yanıt veriyor ki? AKM’den başlamak doğru bir seçim mi? Değil tabii ki. İnsanlar AKM’nin önünde buluşurlar, köpekler AKM’nin önünde uyur, sevgilililer AKM’nin önünde vedalaşır, servisler AKM’nin önünden kalkar, AKM tüm bir mayısların şahidi. Sadece bunlar için bile orada durmalı AKM, opera, tiyatro, konseri saymıyorum bile, onlara yer bulunur ne de olsa. AKM’den başlanmamalı yenilenmeye. Ne de Haydarpaşa’dan. Biri bu kadar güzel bir bina yapmış, bir diğerleri de üstüne 495 satır şiir yazmışsa ve bir şehir halkı orada bunca anı üretmişse, ve şehirde yolunda gitmeyen binbir başka şey varsa, bırakın yahu bu binaları.

12 Ekim 2007 Cuma

"işin hallolsun abla"




Arife benim için oldu harife (sonbahardan önceki ev hazırlığı). Bayrama hiç hazırlanamadım; yarın sabah mahallenin çocukları kapımı çalsa evde ne şeker var ne çukulata ki hep olurdu daha önceki bayramlarda. Kendime bir kırmızı rugan pabuç bile alamadım. Ama evimi, özellikle teknolojik eşyalarımı kış öncesi bakıma aldım. Bu kadar büyük bir şehirde tamirci çağırmak ve beklemek, eşyalara yedek parça bulmak, bozukları tamir ettirmek insanın günlerini alabiliyor. Servisler küçük eşyalar için kesinlikle eve gelmedikleri gibi şuursuzca yurtiçi kargoyu kullanmamızı önerebiliyorlar, eve gelen servis elemanı ise ya elektrikten ya da tesisattan anlamadığı için mutlaka ertesi gün onu tamamlayacak ikinci bir elemanı beklemek zorunda kalıyor insan. Ama iyi haberler de var bu şehirde, hala esnaf var, hani “ işin hallolsun abla” diyenlerden ve gerçekten işini halledenlerden.
İşte bir istanbul günü: sabah evdeki birinci ve ikinci iş bilmez ustaları evden çıkardıktan – kovaladıktan- sonra kendimi önce Tünel’e fotoğrafçıya attım, fotoğraf bastırmaya. Senelerce fotoğraflarımı bastırdığım, vesikalık çektirdiğim dükkan bir süre önce dükkanı Bambi’ye devretti, Taksim’de Itır eczanesinin yanındaki. Orada çalışan bir oğlan Tünel’deki bir dükkanda çalışmaya başladığı ve ben de dükkanlara değil elemanlara sadık olduğum için tüneldeki dükkana geçtim. Dükkanda iş uzadı, önümüz bayram, iş çok, kesinlikle printer’ıma ve dışarlıklı belleğime adaptör bulmalıyım, çantam ağır. Dükkandakiler “sen git abla, işini hallet” dediler. Tam çıkıyordum çantamı farkettiler “bırak istiyorsan çantayı burada “ diye seslendiler. Bıraktım. Tünel inşaatta, Yüksekkaldırım’dan aşağı yürüdüm. Karaköy’de Selanik pasajına girdim. İçinde ne işe yaradığını ve adlarını bilmediğim yüzlerce nesne satılan vitrinleri ışıklı dükkanlar... elimde bozuk adaptör ilk dükkana girdim, amca girmeden beni durdurdu, konuşmaya bile tenezzül etmeden aşağıyı gösterdi, indim, yine ilk dükkana girdim, arifenin son saatleri, kimsenin iş yapası yok, benim suratımda çaresiz, cahil bir ifade, biri insafa geldi. “ yok bunun orijinali” dedi. “toplandı piyasadan” ben ağladım ağlayacağım. Aldı elimden benim adaptörü, keselim şurasından, yapıştıralım şurasına şunu gibi bir şeyler dedi. “hı hı “ dedim. Gitti, ben tünelin karaköy çıkışının arkasında bir yerlerde iki sigara içtim, gergin. Kahramanım elinde adaptörümle geri geldi. Benim için milyonlara değer bir nesneye iki bira parası verip selanik pasajından çıktım, içimden içerdekilerin hepsine mutlu bir bayram diledim. Tünel yerine çalışan, 40 kişi binilen 15 kişilik servis aracı ile tünele çıktım. Korku tüneli gibiydi. Çantam fotoğrafçıda bıraktığım yerde duruyordu.
Eve girmeden fırına uğradım, dükkanda bir adam fırıncıdan bayram sebebiyle bedava ekmek istiyordu. Fırıncı “ben istenince bir şey vermem gönlümden geçerse dostlarıma canımı veririm” dedi. Bu arada benim ekmek torbama, “çorbana filan atarsın” diyerek iki paket peksimet attı, öylesine.
Eve girerken aşağıdaki bakkal yolumu kesti “size türksel’den çukulata gelmiş, aldık, iftara yiyeceğiz” diye. “afiyet olsun” dedim, fikrimi soran yok ne de olsa.
Ben evime yorgun ama korunaklı, huzur içinde girdim.

29 Eylül 2007 Cumartesi

BENİM GİDECEK YERİM YOK VE ÜMİTSİZ DEĞİLİM


İdeal bir istanbul’lu, lüzumu halinde İstanbul’dan kaçıp sığınacağı gerçek bir bir memleketi olan kişidir. İstanbul’da doğmuş olup da gideceği başka yeri olamamak insanoğlunun sinirlerine son derece dokunduğundan ve adına “ümitsizlik” denen bir hastalık ortaya çıkardığından böyleleri huysuz ve sevimsiz olmaktadır.”
Zeynep Avcı’nın 1995’de İstanbul dergisindeki “bir marslının istanbul günlüğü”nden alıntıdır. İdeal Bir İstanbul’lunun tarifinin ilk maddesi. Mevzu şu: Bir marslı tesadüfen kendini İstanbulda bulur, şans o ki kendine rehber olarak da aynen kendisi gibi “yabancı” olan bir Karslı’yı seçer. Metin bu bağlamda oldukça ironiktir. Ağır bir İstanbul’lu, ya da ağır bir İstanbul yazarı Zeynep Avcı kentle ilgili canını yakan meseleleri nerdeyse gerçek sanılacak bir mizahla anlatıyor.
Hep anlatılan hikaye; “nerelisin” sorusuna “istanbulluyum” cevabı verenlere acıyarak bakan ve muhabbetin devamını getiremeyen taksi şoförleri. Yukarıdaki cümleyi okuyunca niye hep bana acıyarak, iflah olmazmışım gibi baktıklarını anladım. Ben dönüp dolaşıp gelinmesi gereken yerdeyim zaten. Benim gidecek yerim yok. Ama “huysuz ve sevimsiz” olmamın bununla asla ilgisi yoktur. Böyle düşünmek İstanbul’a haksızlık olur.

3 Eylül 2007 Pazartesi

Nusaybin


Nusaybin. E 90 üzerinde bir sınır şehri. E 90 en az Ankara - İstanbul otoyolu kadar bakımlı düz. Ovanın ortasında bir taraf Türkiye bir taraf Suriye bir yol. Tarihi açıdan mühim; zamanında okulu medresesi, kilisesi, rektörlüğü ile bayağı bir entellektüel merkez olduğu meydanda. Güncel olarak mühim; Suriye ile sınırda yani; terör, sınır karakolu, kaçakcılık, etnik sorunlar, çok asker. Yapılacak çok kazı, restore edilecek çok tarihi mekan var ama güvenlik sebebiyle yapılamıyor. Sınırdan elinde Pazar torbası ile teyzeler geçiyor. Kahvede çay istedin mi “ kaçak mı türk mü” diye soruyorlar. Mor yakub kilisesi ve okulu, bizans kalıntıları, hepsi şahane ama nusaybinde beni şaşırtan yol boyunca gördüğüm sınır karakolları oldu, bir de şehrin ortasında inşaatı bitmekte olan Mitanni Kültür merkezi. Mitanni kültürü, Mezopotamya ve Eski Suriye kültürlerini de içine alan kürtlerin sahip olduğu, sahiplendiği bir kültür. Yapının mimarisine bakıldığında şehirle orantısında ciddi bir bozukluk var. Değil mi ki bu şehir %75 ile bir milletvekili çıkarmış ve bu milletvekili resmi törenlere çağrılmıyor yani bu ülkenin bir şehrinin nüfusunun % 75’i yok sayılıyor, belediyenin mimaride gösterdiği bu taşkınlık bana gayet anlaşılır geliyor.
Ben Nusaybin’e arkadaşımı görmeye gittim. Çoluk çocuk, gezdik tozduk, bol kebab, bol rakı, memleket meselelerine derin dalışlar, uzakta dağlar, dağlarda halledilememiş mevzular, döndük İstanbul’a

27 Ağustos 2007 Pazartesi

24 ağustos 2007 Mardin


Birbirinden kopuk dört ayrı yapıdan oluşmuş bir otelde kalıyorum. Benim kaldığım, caddeden ovaya doğru inerken dar merdivenli sokaklardan birinde, teker mahallesinde bir konak. Bu sabah hiç çıkmak istemedim dışarı, 45 derece sıcakta terasta oturdum, durdum, öylesine ufka baktım, bir de konağın işlemelerine. İnsan düşünmeden edemiyor ; bunca işleme, süs niye ? İnsan odasının kapısını niye böylesine ince işler ? Hı ?

Çıktım tabii sonra dışarı. Bu sefer kendime amaç belirlemedim, neye rast gelirsem ona bakarım diye bir sağa bir sola, bir aşağı, bir yukarı yürüdüm. Adları tarihe geçmiş bir takım ibadet ve eğitim yapılarına rastgeldim ama beni şaşırtan yine birbirine geçmiş sokakların darlığı ve dikliği oldu. Bir tane bile karşılıklı kapı yok, kimi sokaklar zaten anca bir kapının açılabileği genişlikte, kapılarda asılı tüller rüzgar esince karşı duvara değiyor, yine de tüm evlerin ön cephesi açık, Mezopotamya’ya bakıyor, kimse kimseye gölge etmiyor, ben şaşakalıyorum.

Abbaralardan geçiyorum, kimi yerde minik bir tünel, kimi yerde de evlerin altında bir geçit görüntüsünde bir nevi altgeçit. Çoğu restore edilmiş, hem de « istanbul belediyesince » lakin temiz tutmak neredeyse imkansız. Zaten Mardin suriçini temiz tutmak diğer herhangi bir şehiri temiz tutmaktan kat be kat zor. Sokaklarına motorlu bir taşıtın giremediği bir kentin temizliği nasıl yapılır ki diye düşünmüştüm ilk gün, penceremin altında sabah ezanına karışan eşek anırması ile uyandığımda aydınlandım.

Bu şehirde insanlar benimle aynı dili konuşmuyorlar ya da ben onların konuştuğu dilde konuşmuyorum. Çoğu benim konuştuğum dili anlayabiliyor ama ben onların dilinden tek kelime anlamıyorum. Sokakların birinde bir teyze yolumu kesti, el kol hareketleri ve bir iki kelime ile yanında durduğumuz binada filim çektiklerini anlattı. Sıla dizisinden bahsediyordu. Benim dediğimi anlamayan o kadın acaba akşam televizyonda sılayı nasıl seyrediyordu? Altyazı yoktur elbet! O dizilerin bölge insanına “yapıcı etkisi”, tore karşıtlığını işlemesi” filan gibi laflar bir anda pek komik göründü gözüme. Diyarbakır’a bir fransıza tercüman olmaya gitmem kadar tuhaf bir durum. Şehirde ikinci günümde benim bir tercümana ihtiyacım olduğunu farkettiğimde pek utanmıştım.

Mardin “olağanüstü” bir mekan. Dört taraf ova, düzlük, ama adamlar çıkmış ovanın ortasında su zor çıkar, inşaası zor, dimdik bir dağa yerleşmiş, düşmandan uzak, kale içine. Savaşlar bitmiş –diyelim- inememişler dağdan, hala yaşıyorlar üstüste şahane evlerde, susuz, ısısız, bol çanak antenli mekanlarda.

23 Ağustos 2007 Perşembe

mardin 23 ağustos 2007



Mor Mihail Kilisesi şehrin hemen yanında bir başına bir kilise, şehre daha yakın biraz üstündeki müslüman mezarlığı da olmasa büsbütün şehirden kopuk. Ulaşabilmek için çarşıdan dolmuşa binip şehrin en aşağısına indim, dolmuştan sonra bir hayli yürüdüm. Oysa şimdi çarşıda oturduğum yerde bakıyorum da sanki dimdik aşağıya yürüsem beş dakikada ulaşırmışım gibi. Herhalde bu benzetmeyi ilk ben yapmıyorumdur ama iki gündür kendimi bir Escher tablosu içine düşmüş gibi hissediyorum. Avlu avlu üstünde, cami kilise çan minare üstünde, yokuş iniyorum varıyorum tepeye, çıkıyorum buluyorum kendimi ovada. Ya da ben burada çok kaçak sigara içtim. Olabilir.

mardin 23 ağustos 2007




Müzenin altında, Cumhuriyet meydanındaki çay bahçesi’nde altı sivil abi, sivillerin yardakçısı bir iki yeniyetme, kalebodurdan imal edilmiş havuzun içinde üç ördek radyoda bangır bangır çalınan « kemal benim adım, şeker gibi tadım » türküsünü dinliyoruz. Şu an varolmayan Kapısinler Manastırı ve okulunun bulunduğu yerden Mustafa Kemal Paşam çok pis bakıyor olan bitene.
Müze binası 1995’e dek Süryani Katolik Patrikhanesi olarak kullanılmış daha sonra kültür bakanlığı tarafından alınarak (ne demekse ?) müze olarak restore edilmiş. Yapı şahane, müze felaket. Avluda, kapılarda fazlasıyla aydınlatma var, yanımda kendiliğinden bitiveren ve bana rehberlik yapmaya çalışan velete « bu lambalar iyi durmuş mu burada » diye sordum. « yok abla uymamış » dedi. O bile.
Müze’nin yanı süryani Katolik kilisesi, aslında doğal olarak müzenin yani eski Patrikhane’nin bir parçası, üvey kalmış çanıyla. Az ötede Ermeni katolik Mor Yusuf Kilisesi, hemen yanında süryani Kırklar kilisesi. 80 cemaatli çalışır durumda bakımlı bir kilise. Avlunun içinde bir odada kuran kursu muadili bir etkinlik vardı, böylece süryani ibadet dersine şahit olmuş oldum.
Sonra yine merdivenler, yine dar sokaklar, Ulu Cami ululuğu ile beni biraz ürküttü, içine giremedim. Cami olmadı bir medrese görelim irfanımız artsın zihniyeti ile Sultan İsa ya da Zinciriye Medresesi’ne çıktım, çıkarken de bir yandan niye bu şehirde şişman insan yok sorusuna cevap buldum. Medrese kalenin hemen altında, restorasyonu bitmiş lakin, her an yıkılacakmış gibi duran kaleden taşlar düşmeye başlayınca, bittiği gibi de ziyarete kapatılmış.Ama yapının güvenlik görevlisi, yardımsever yurdum insanının nadide bir örneği olunca, « üst kata çıkmamak şartı ile » medreseyi gezebildim. Kask şart.
Kebabı hakettiğimi düşünerek Yusuf Usta’nın yerine girdim. « acı » sıfatının ülkenin batısı ile doğusunda aynı şeyi tarif etmediğini daha önceki tecrübelerimden öğrenmiş olduğum için acısız kebab ısmarlayıp gelen ağır acılı kebabı yarım kilo domates ve bir litre su ile tükettim. Su : çöl güzeli gappınar.
Not : Bu arada Hayrünisa Hanım, Sophia Loren’den bir takım oriantalist baş örtme biçimleri alacağına buradaki ablaların örtünme şekline baksa ya biraz. İşli mişli, ferah bir örtü pek yakışır bence güleryüzüne.

mardin 22 ağustos 2007




istanbul 'dan 1449 uzakta
Hayatımda gördüğüm en uçsuz bucaksız manzaraya bakıyorum. Arkamda Mardin Kalesi, önüm boydan boya mezopatamya, üstümde yıldızlar.
Burayla ilgili duyduğum, okuduğum tüm o masalsı kelimeler asla yapay ya da abartılı değilmiş. İnsan burayı anlatmak için yeni kelimeler icad etmek istiyor, bildiğimiz diğer yerleri tasvir için kullanılan sözler sanki eksik ya da yalnış olurmuş gibi. Henüz tam olarak hissedemedim, bir uyuyup uyanmalıyım bu şehirde ama havaalanından şehre gelen o sadece dağ taş olan yolda tamamen yeni, ne olduğunu hemencecik ifade edemeyeceğim farklı bir dünyada olduğumu anladım. Dilin, coğrafyanın farklılığı ile ifade edilemeyecek daha karmaşık bir yenilik var burada benim için. Bu taraflarda gördüğüm diğer şehirler de elbet farklıydı istanbul’dan, ama burasının karşılaştırılacak bir tarafı yok, burası bizim şehir tariflerine uymuyor, uzaktan, evet bir masalkent, dar sokaklarında her an bir karabasana dönüşebilecek bir rüya.

9 Temmuz 2007 Pazartesi

eminönü


Ben, bir düğme ya da paket kağıdı ihtiyacını bahane edip soluğu Eminönü’nde alanlardanım. Dönerken elim kolum, hiç de lazım olmayan nesnelerle dolu paketlerle dönerim eve; boncuk, hasır sepet, yiyemeyeceğim kadar ezine peyniri, dut kurusu, ve lüzumundan fazla kahve.
İtiş kakış, bağırış çağırış, satıcı ile gözgöze, dişdişe bir alışveriş. Pek yakında, bugün değilse yarın yokolacak bir tüketim biçimi.
Diyorlar ki Eminönü yavaş yavaş toptancılardan boşaltılacak, yerlerine oteller yapılacak.
Bugün gazetede tekstil toptancılarının, İstanbul’un yaşam alanından epeyce uzakta inşa edilmiş Giyimkent’e taşınmaları ile ilgili bir haber vardı. İki de fotoğraf; Biri Mahmutpaşa’dan diğeri Giyimkent’ten. Biri kendiliğinden oluşmuş, diğeri yapılmış. Biri hıncahınç dolu diğeri insansız bir dekor. Bu resim zamanla değişecek elbet, önüne geçmenin imkanı ve manası yok. Başlayan durmaz.
Perakendeciler daha ne kadar kalır oralarda bilmiyorum ama yılbaşı süslerimi ya da toz bezlerimi bir marketten almak zorunda kaldığım gün acayip hüzün yapacağım, biliyorum.
Ama yine de ben galiba onca ihtişamlı yapının önünde parketmiş çirkin toptancı kamyonetlerini görmediğime çok sevineceğim.
Tanpınar, nostaljisi bol, eski istanbul yazarı, hayranı Tanpınar bile 1946’da şöyle yazmış;
İstanbul’a yeni hayat, yeni bayram, yeni eğlence şekli, yeni zaman lazım. İstanbul artık bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir. Herşeyi ona göre düzenlenmelidir

24 Haziran 2007 Pazar

Adalet nedir? Ağaçlara su vermek Zulüm nedir? Dikeni sulamak



Adalet nedir? Ağaçlara su vermek
Zulüm nedir? Dikeni sulamak
mevlana

Mevlana sergisini nerede yaparsın deseler, hiç duraksamadan ayasofya derdim.
Öylesine büyük ki hiç bir şey fazla durmuyor içinde. Kilise çanı, minare, inşaat iskelesi, dört halifenin koca koca isimleri, binlerce turist, özensiz öğrencileri turları, yakışıksız sergiler, yakışıklı sergiler, bizans mozaikleri, öfkeli yunanlılar, şuursuz müslümanlar.. hepsi sahibiymiş gibi duruyor içinde yapının, hepsiyle dalga geçerken, fısıldıyor bir yandan Ayasofya şehre ; “bu henüz bir başlangıç, bak daha neler göreceğiz”. Açık kalmış pencerelerinden birinden adalet kulesini gösteriyor ziyaret edenlere, bir diğerinden Sultanahmet Camiinin minareleri, bir diğerinde sadece bir kuş.
Ayasofya’da Mevlana sergisi var. Unesco bu yılı Mevlana yılı ilan etti, dört bir yanda dönüyor mevleviler. Biz ise dönerken gözümüzü kapattığımız için hiç bir şey görmüyoruz, sadece midemiz bulanıyor.

23 Haziran 2007 Cumartesi

ağlayan kadınlar lahti











Dün ağlayan on sekiz kadın gördüm. Bazılarının gözyaşı kurumuş, kimi sessiz içine doğru ağlıyor, kiminin hıçkırıkları bunca uzaktan duyuluyor. Biri kendi halinin ne olacağını düşünmeye durmuş, bir diğeri kendinden geçmiş, gidenle gitmeye karar vermiş.

Arkeoloji Müzesi kışın açık hava müzesindeki heykellerin aldığı gerçeküstü hal için, yazın da pek serin olduğu için sıklıkla gidilesi yerlerden biri. On gün önce Beyrut Milli Müze’de gezerken kendime söz verdim İstanbul’a döner dönmez bir kez daha aekeoloji müzesine gideceğime. Birbirlerine hem yapı hem de sergilenen eserler açısından oldukça benzeyen iki müze. Her ikisinde de aynı kazılardan çıkmış malzemeler var. Özellikle Sidon’dan (Sayda mı demeli acaba?) çıkmış lahitleri on gün arayla iki ayrı müzede görmek çarpıcı oldu. Yine de en fevkaladesi İstanbul’a gelmiş; Sidon Kral nekropolünden çıkan Ağlayan Kadınlar Lahti. Tarihi; İsa'dan önce dördüncü yüzyılın ortası. En uzun ağlamaya durmuş onsekiz kadın coğrafyalardan, yüzyıllardan geçmişler, tesellisiz hala ağlamakta, karanlıkta.

21 Haziran 2007 Perşembe

şairler sofası parkı


onu kırmış olmalı yaşamında birisi.
dinledikce susması, düşündükçe susması..
tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi,
heykelini yontuyor yalnızlığın ustası.


Özdemir Asaf

Valideçeşme'de Akaretler'e doğru inerken sağda bir park var. Park yeşillik, serin, sakin. Adı; Şairler Sofası Parkı. İçinde Özdemir Asaf, Necati Cumalı, Behçet Necatigil, Neyzen tevfik durmuş, taş olmuşlar. Birbirlerinden uzak, sessiz. Hemen yanlarında Sabahattin Kudret Aksal'ın evi. Geceleri pencereden sesleniyor mudur acaba, memnun bu şehirde ahbablarıyla kalmaktan?


Bütün söylediklerim yalan
Yalan yaşamakta olduğum
Ne sıcak memleketlere gitmek istedim
Ne kaçmayı düşündüm
Ben bu şehrin gökyüzünden
Kasabından fırıncısından
Havasından hoşnudum

17 Haziran 2007 Pazar

BEYRUT 14.06.2007


Ulusal yas ilan edildi, okullar, bankalar, tüm dükkanlar kapalı. Yarın istanbul’a dönüyorum, oysa hiç doyamadım Beyrut’a. Son bir kez şehir merkezinde gezeyim diye çıktım, bir süre sonra sokakta askerlerden başka kimse olmadığını farkedince doğru yer fakat yalnış zamanda olduğumu anlayarak Gemmayze’ye oradan da Eşrefiye’ye geçtim.

kahve içilecek bir café bile bulamadığım için ara sokaklarda yürüdüm. Girdiğim her sokakta ertesi gün bu şehri bırakacağım için bir kez daha üzüldüm.
homurdanarak otele döndüm. Akşam, Hamra’da kepenkleri yarıya kadar inik de olsa, tek açık bar-restoran De Prague’a gittik. Amerikan üniversitesi’nden gençlerle doluydu. Burada, gündüz sokaktaki yastan eser yoktu. Miniler, dövmeler, lounge bir ortam, çoğunlukla lübnan birası almaza içiliyordu. Evet Beyrut sıcak ama bir lokanta ya da kahvede hırkasız oturmak mümkün değil, istisnasız her mekanda, anlaşılmaz bir biçimde havalandırmayı sonuna kadar açıyorlar. Ben de bunu bahane edip kırmızı şarap içtim.

BEYRUT 13.06.2007


Mahalleden hiç uzaklaşasım yoktu, ben de biraz Hamra’da vitrin baktım, kebabjı’da halep kebabı yedim, deniz kenarına inip Corniche’de kayalıklardan denize giren çocukları seyredip çekirdek çitledim.

...
Beklenen oldu, şehrin içinde bomba patladı. Corniche’in sonunda, Lunapark’ın hemen yanında. Ben önce bir kamyondan demir ve cam boşaltıyorlar sandım. Sonra sirenleri duyup, telefonlarımızın çalışmadığını farkedince hızla olay yerine gittik, plaja yayılmış ölülerin henüz hepsini kaldırmamışlardı. Hariri hükümetinden suriye karşıtı Velid Eidoya suikast amaçlı bombada milletvekili, oğlu ve korumaları, yanında da henüz tam sayı bilinmemekle birlikte 10 kişi ölmüş. Geçen haftakinin de bugün ki bombanın da müsebbibi bilinmiyor. Olan herşeyin sebebini Suriye olarak görenler var, tıpkı Filistin mülteci kamplarında savaşan el fetih el islam’ın suriye gizli servisi ile bağlantısı olduğunu söyleyenler gibi. Diğer bir taraftan Hizbullah bir iç devlet olarak ülkenin bir çok kesiminden sempati toplamaya devam ediyor.
Geçen yaz ki savaşın bir yılı dolmadan şehirde patlama sesleri duyulmaya başladı. Hükümetten birinin güpegündüz, şehrin ortasında öldürülmesine tepkiler ne olacak kimbilir? Hariri de aynen böyle iki sene önce şehrin ortasında öldürülmemiş miydi? Bugün hala bu cinayetin mahkemesi olsun mu olmasın mı tartışması sürüyor.
Ambulanslar ve biraz da asker dağıldıktan sonra kıyı boyunca uzanan şehre baktım da az değil çok güzel bir şehir, delik deşik olmuş, ardından gereğinden fazla modern yapılar inşa edilmiş, gerçekten kültür mozaiği bir şehir. Mozaik öyle bin iki bin kişilik iki üç cemaat, bir kaç çalışır halde kilise ile oluşmuyormuş. Bu şehirde 15 ayrı dini cemaat ve her mahallede en az bir kilise ve bir camii var ve herkes herkesin dilini anlıyor. Ama yine de bombalar durmuyor.

16 Haziran 2007 Cumartesi

BEYRUT 12.06.2007



Kendini turist rehberi sanan, sevimli geveze bir taksi şoförünün arabasıyla Milli Müze’ye gittim. 1937’de açılmış müzenin ihtişamı dışardan bakıldığında olduğu kadar içeriye girince de çarpıcı. Dışarıdan İstanbul Arkeoloji müzesini andırıyor. (Herşeyi İstanbul’la karşılaştırmaktan alamıyorum kendimi) Bronz çağ, helentistik dönem, romalılar, bizans, memlüklüler arasında koca binada tek başıma seyrettim. İlk alfabe, çocuk heykelleri tabii ki benim için bir ilkti ama ben yine de en çok “mosaique de la jalousie’den (kıskançlık mozaiği) etkilendim. Görsel olarak, renkleri, oranı gözüme iyi gelen herneyse işte o zaten vardı ama beni şaşırtan içeriği oldu. Bizans Beyrutu’nda bir evin girişinde bulunmuş mozaikte

Kıskançlık çok büyük bir günahtır. Ama aynı zamanda içinde bir güzellik barındırır, çünkü kıskançların gözlerini ve kalbini oyar.
Diyor.



Müzeden sonra Eşrefiye’ye yürüdüm, ABC Mall’da bir çeşit kapalı lahmacun ile bir bira içip, Place Sassine’den (sassine meydanı), uzun ve sessiz Sufi sokağa girdim, Halil Kassab’tan geri döndüm. Sassine meydanı her köşesinde ayrı bir café ile aslında tam da mola alınacak bir meydandı ama mola fikrimi Monot sokağı’na sakladım. Geçen sefer şu ünlü sokağı bir baştan bir başa yürüyememiştim, o yüzden Sodeco meydanı’ndaki girişini buldum ki zor oldu, sokak adları her zaman sokakların başında yazmıyor. General Fuad Chebab bulvarı'ndaki çıkışına kadar mola fikrini bir kez daha erteleyerek yürüdüm.



Sokakta geleneksel yapıda oldukça bakımlı evlerin yanısıra ultra modern görünümlü restoran gece klüpleri de var, artık yazmaya hacet yok ama, çoğu kapalı.
Akşam otelden çok uzaklaşmadan Hamra’da blue note denilen bir jazz barda yedik. Şahane caz eşliğinde Kebbe, (bildiğimiz içli köfte ama tıpkı bizim ailede kubbe dediğimiz anneaNnemin yaptığı gibi), cordon bleu ile lübnan şarabı kefraye içtik.

BEYRUT 11.06.2007



Madem fotoğraf çekemiyorum ben de yazarım. Necmi ya da fransızca adıyla place de l’etoile’de tam da bir turistin yapacağı gibi Place de l’etoile cafesi’nde oturuyorum.Sanırım şehirdeki tek turist benim. Şu an olduğum yer normal bir zamanda şehrin en turistik yeri olmalı. Görülmesi gereken cami, bina, kilise, fenike arkeolojik sitesi, saat kulesi, osmanlıdan kalma binaların tam ortasındayım, öğle saati, hava ne sıcak ne soğuk, hatta hafif bir esinti bile var. El Ömeri camii’nden öğle ezanının sesi geliyor. Meydanda tek tük insanlar geziniyor. Meydana çıkan beş sokağın hepsinin girişinde asker kontrolü var. Dolayısıyla insanlar meydandan geçmeyi tercih etmiyor, yolu uzatıyorlar. İstanbuldaki gibi herkes yürürken telefonla konuşuyor. Oturduğumdan beri baştan savma giyinmiş tek bir kadın geçmedi. Bu arada tam yanımdaki saat kulesinin saati rolex. Ama bu Abdülhamid’in tahta çıkışı şerefine 1897’de inşa edilen kule değil. O saray’ın yanında olduğu için yaklaşmak mümkün değil.
Bulabildiğim hiç bir şehir haritası ya da rehber bugün gördüğüm şehri yansıtmıyor. Geçen yaz ki savaştan sonra dengelerle birlikte mekanlarda değişmiş. Rehberin barlar sokağı diye bahsettiği sokak boş. Balonla şehri yukardan görmenin lafını bile etmek manasız. Sarayın ziyaret saatleri yalan olmuş, değil içine girmek uzaktan fotoğrafını çekmek bile yasak.

Virgin Megastore: Cennete düşmüş gibi oldum. Bir yanda ingilizce bir yanda fransızca kitaplar. Politize bir memlekette olduğumuz için tarih ve politika kitapları çoğunlukta, tabii özellikle ortadoğu üzerine. Evet, çok katlı, havalandırmalı bir cennet.
Virgin, şehrin en büyük meydanı, el burj, martyrs’ square ya da place des canons denilen meydanda. Meydan osmanlı zamanında bahçeler ve çeşmelerle dolu imiş. Martrys’ square adını 1919’da Osmanlı tarafından öldürülen lübnanlı milliyetçilerin anısına almış. Meydan bugün, Hariri’nin yaptırdığı El emin camii ve hemen yanındaki mezarı, ve hemen yanında başlayan çadır kent yüzünden oldukça yüz değiştirmiş, hafif bir inşaat alanı havası var.



Meydanı geçip Solidaire’i arkamda bırakarak Gouraud sokağı’ndan Gemmayze’ye geçtim. Gouraud oldukça dar, japon, italyan, lübnan lokantaları ve küçücük ama gerçekten küçücük barların olduğu bir sokak. Sonuna kadar yürüdüm, paraleli rue pasteur’den meydana geri döndüm. Çadır kentin içine girdim, bu bölgeye girerken gençten bir takım arkadaşlar çantayı açıp bakıyorlar. Ben hala anlamadım, iki metre ötede asker dururken bu delikanlıların nasıl oluyorda aslan gibi ortada gezindiğini, hoşuma gitmedi değil. Biraz daha gezinip biraz daha okuduktan sonra daha net anlarım herhalde mevzuu. Çadır kentin tam ortasında eski bir sinema binası var. Şehrin ortasında, şehir çökmüşte yukarda kalmış dev bir mağara gibi duruyor. Biraz onun, biraz da çadırların fotoğrafını çekiyordum ki, “yasak hemşerim” edasıyla yanıma geldiler. Çektiklerime baktılar, askerler gibi sildirmediler, selamlaştık, ayrıldık.

Beyrut Amerikan üniversitesi, her ne kadar campus’ün içine duhul edemediysem de dışardan görüldüğü kadarıyla, boğaziçi üniversitesi güney campusünün beyrut versiyonu. Binalar aynı döneme ait, yeşillikler içinde ve denize nazır. Tek fark boğaz değil, akdeniz’e bakıyor pencereleri. Üniversite’nin olduğu Bliss sokağı fast foodcular, ve kitapçılarla dolu. Bugünlerde önünde check point oluşturulduğu için genelde trafik sıkışık. Check point dediğimiz, sokağa çaprazlama bariyerler koyarak trafiği yavaşlatmak suretiyle gelen geçene bakmak, gerekirse kimlik sormak, arama yapmak. Bliss’i Hamra’ya bağlayan sokaklardan birine girdim ve şahane, kendimi otelin sokağında buldum.

Akşam, bir kez daha Gemmayze’ye gittik, Cantine Libanaise’de açık soğuk büfe, yanına arak ile karnımızı doyurduk. Soğuk büfe: minik börekler, humus, patates ezme, patlıcanlı birşey, üç çeşit peynir, yaprak sarma, turşu, salatalar, zeytinler, kuruyemişler, çerkez tavuğu(msu): 13500 LL . Mekan gayet tasarım lakin her yer gibi boş.

BEYRUT 10.06.2007



Pazar, çan sesleri ile uyandım, otelin hemen yakınında cemaati filipinliler olan katolik kilisesi var. Hava çok sıcak. Yapılacak en iyi şeyin suya girmek olacağına kanaat getirip bikini formatına geçtim. “Deniz geçen yaz ki savaşta çok kirlendi” diyorlar. Ben de o yüzden tüm “beyaz beyrutlular”ın yaptığı gibi kendime bir club seçtim; Saint George yacht club. Saint george Hariri’nin önünde süikasta uğradığı otel, o haliyle duruyor. Deniz kenarı club olarak hayatına devam ediyor. Girişi tabii pahalı, yeme içme ondan da pahalı. Hopörlörlerden fransızca bir radyo beyrut sosyetesine bir gün de olsa kendilerini fransada hisssetme şansı veriyor. Terlikler topuklu, burunlar ve göğüsler ameliyatlı, adamlar paralı.
Bir ara iki üç helikopter, tabii ki asker, pek yakın seyrettiler havuz üzerinde, millet dağıldı. Ben de. Fener’e kadar yürüdüm, yürürken denize bakan şık mahallelerin fotoğraflarını çekiyordum ki asker abi geldi, çektiklerimi sildirdi. Güvenlik alanı imiş. Yürüyerek otele döndüm. Akşam Gemmayze’ye italyan lokantasına gittik. Olio; küçük, temiz, leziz bir lokanta Lübnan şarabı Kafreye içtik. Şehir merkezinden ve sonra bayağı ıssız sokaklardan geri döndük. Şehir merkezi’ni hala gündüz gözüyle göremedim. Hariri ciddi bir restorasyon yapmış, hala da devam ediyor. Sanırım fotoğraf çekmek mümkün olmayacak, çünkü saray, meclis, devlet binaları hep orada.

BEYRUT 9.06.2007



Beyrut’ta sürekli bir inşaat sesi var. ABC alışveriş merkezi’nin gayet sessiz bir köşesinde Sourlemonada Cafe’de limonatamı bekliyorum, arka fonda nerden geldiği belli olmayan sinir bozucu bir inşaat sesi. İkinci gözlemim “taksi iyi bir şeydir”. Turistim, gezeyim göreyim, yürüyeyim kahramanlığı manasız. Sadece taksiye binilmesi gerektiğini anlamak için, bir seferlik iyi bir tecrübe olabilir. Solidaire denilen şehir merkezine gideyim, saray, cami göreyim diye Hamra’dan yola çıktım, bir takım çevreyolumsulardan şehre girmeye çalışırken asker abi yolumu kesti ve saraya uzaktan bakmamı sağlık verdi ve ben kendimi Gemmayziye’de buldum. Saint Nicolas merdivenleri’ni çıktım, Sursock Müzesi’ne girdim. George Douod Corm sergisini gezdim. Butros Bustani’nin portresi ve en çok Marie Hneiné’nin portrelerini çok beğendim.
Pek modern ve şık binaların arasından ana caddeye çıkıp ve yine çevreyolumsulardan geçip ABC alışveriş merkezine girdim. Sıcak yordu.
Alışveriş merkezinden çıkmak üzereyken, biR gece önce tanıştığım İsviçre konsolosu Mauro ile karşılaştım. Lübnan’lı sevgilisini bekliyordu. Konsolos dediysem, öyle kelli felli bir adam değil, benim yaşlarımda komik bir italyan. Onunla bir kahve içtikten sonra kendimi Abdelvahap el ingilizi Sokağına bıraktım. Sokağın başındaki Bibliotheque Orientale’de yaklaşık bir saat geçirdikten sonra geleneksel tipte evlerin olduğu sokakta fotoğraf çeke çeke gezindim, sonra Monot sokağı ve sonra otel. Monot sokağı bir nevi barlar restoranlar sokağı ama şehirdeki tedirginlik hareketi azaltmış, hala açık olan dükkanlar ise neredeyse boş.
Şehrin büyük bir kısmı şantiye görüntüsünde, iç savaştan sonra Hariri büyük yatırımlarla oldukça modern binalar yaptırmış, inşaatları hala sürmekte olan çok yüksek plaza şantiyesi dolu etraf. Geçen yaz ki savaş birçoğunu yarıda bıraktırmış.
Yine de kafamı her kaldırdığımda bir vinçle karşılaşmak mümkün.

İki haftadır kuzey ve güneyde süren çatışmalar ve üç gün önce Beyrut’ta patlayan bomba yüzünden geceleri şehir sessiz, restoranlar boş. Ama şöyle bir etrafa bakmak bu şehrin çılgın bir gece hayatı olduğunu anlamaya yetiyor. Kadınların şıklığı bana kalırsa sinir bozucu düzeyde. Gündüz vakti, gece gezmesine çıkmış zannedilebilecek kılıklarda kadınlar geziyor sokakta. Binalar delik deşik, her köşe başında bir asker grubu, şehrin orta yerinde, bir senedir hükümetin ve askerin müdahale edemediği Hizbullah ve General Aoun yanlıların kurduğu büyük bir çadır kent, her sokağa girmek mümkün değil, asker yolunu değiştirtiyor ama gel gör ki topuk tıkırtısı, Bulgarie takıların şıkırtısı, mercedes taksiler ve kadınların kullandığı cipler hakim Beyrut’a.

Gece Beyrutluların Solidaire dedikleri şehir merkezine yemeğe gittik, kerim beyrut diye bir lokanta. Arak içip kebab yedim tabii ki ve tabii ki humus. Sonra çadır kent’in içinden geçerek Gemmaziye’ye gittik. Gouraud sokağı herşeye inat kalabalıktı, Rue de la lappe’ın beyrut versiyonu. Versiyonu filan değil bayağı kendisi. Tek fark, adım başı asker olması, ama onlar da eğleniyor gibi gözüküyordu.

15 Haziran 2007 Cuma

BEYRUT 8.06.2007



yurtdışına vize kuyruğuna girme zorunluluğu olmadan çıkmak ne büyük lüksmüş meğer. Ülkeye girerken havaalında pasaportuma bir aylık bir vize nakşettiler, kendimi Beyrut’ta buldum. Havaalanı neredeyse şehrin içinde, araba ile merkeze on dakikada varılıyor. Taksi 10 LL’ye şehrin heryerine götürüyor. Taksimetre yok. Pazarlık usulü ama kısa mesafe 5, uzun mesafe 10 LL denilebilir. Taksilerde bol siyaset konuşunuluyor. Lübnan’da herkes siyaset konuşuyor.

3 Haziran 2007 Pazar


Ben seksenlerde büyüdüm, siyasi bir fikir üretmenin cinayet gibi suç sayıldığı o yıllarda çevremdeki acıları farkedemeyecek kadar gençtim. Gazeteler magazini keşfetmişlerdi, değerleri kalmamıştı, hiç okumadım. Etrafta siyaset yapar gibi duranlar bir önceki dönemin cümlelerini tekrarlıyorlardı, hiçbirinin yanında duramadım. Siyasi kitap, makale yazılmamasının sebebini siyaset bitti diye yorumlamıştım. Herkes kendi işini yapar, üretir, ya da kötülük yapmadan durursa herşey iyi gider sanıyordum. Meğerse suç işliyormuşum. Gözümün önünde iki taraf olmuşuz, benim tarafımı bile belirleyemediğim bu kamplaşma yüzünden eğer bu gece siyaset-üstü bir kurum duruma el koyarsa yarın annem babamı göremeyeceğim, babam büyük ihtimalle “fikri alınmak için” bir süre benden uzakta olacak, geceleri şehir sessiz olacak, ben yirmilerimde olduğu gibi kırklarımda da gazete okumayacağım, aklım duracak, insanlar insanların canını yakacak, henüz doğmamış olan yeğenim ilkokula başladığında benim okuduğum kitapları okuyacak, benim yaşıma geldiğinde –şanslıysa- benim canımı yakanlar onunkini de yakacak.
70’lerde amerikan askerlerini denize atanlarla mitinglerde atatürk’ün kalpaklı fotoğrafını taşıyanlara aynı duygusallıkla bakıyorum, hepsi içten, gönülden, iyi niyetli, aralarında kendi hesaplarına çalışanları saymıyorum, elbet olur onlar. Çoğu “karşı taraf” ürettiğini farkında değil.
Meydanlarda yürümenin, bana benzemeyenleri yoketmenin, bireysel kahramanlıkların işe yaramayacağını biliyorum. İşe ne yarar bulamıyorum, yalnız da değilim üstelik, biliyorum. Yirmi yıldır sadece işini iyi yaparak çocuklarını koruyacağını sanan, ama bu fikrin bir boka yaramadığını farkeden bir nesiliz, hem de en kuvvetli yaşlarında bir nesiliz.
Sadece işimizi iyi yaparak çocukları kurtaramayız. Bugün bilgi sahibi olmamak, fikir üretmemek, sevdiklerine fikrini söylememek suçtur.

31 Mayıs 2007 Perşembe

çekirdek, çay bahçesi vesaire


Yaz kokuyor istanbul. Bu gece Beyoğlu’nda bir ahbabımla yürürken kokusunu aldık yazın, dedi ki “bu gece çekirdek çitlemek istiyorum bir çay bahçesinde”. Yaz bu, insana ne isteteceği belli olmaz. Ama belli ki istanbullu’lar hava ısınınca çekirdek çitlemek istiyorlar. En azından bizim mahallede bir iki haftadır, geceleri kapıların önü çekirdek çöpü doluyor. İtiraf ediyorum, ben çekirdek kabuklarının sokağa atılmasına karşı değilim. O musibet kabuktan yere tükürmeden kurtulmak mümkün değildir, çöp arabası geçiyor ne de olsa gece üçte.
Çay bahçesi bu şehrin tükemediği bir mefhum, şükür. Simit evi, simit sarayı, nargile café, gloria’s jeans (ne demek bu ya?), türkü bar filan hiçbirinden yana hiç sıkıntımız yok, yine de çay bahçeleri duruyor. Demek, gerçek bir ihtiyaç. Eskiden mahallesine göre bira satardı çaybahçeleri. Misal; Ortaköydeki’ler kafe değil, çay bahçesiydi, ve ben ilk biramı onlardan birinde içmiştim. Ortaköy’ü hiç özlemiyorum, bunca deniz kenarında, bunca boğaz ortası bir mekanın çoğunluğun isteğine göre değişmesi kaçınılmazdı ama Cennet bahçesini özlüyorum, hani Gümüşsuyu’nda, hani Alman Konsolosluğu’na gelmeden yokuş aşağı, o çay bahçesini. Hani o ürkünç park otel harabesinin arkası. Yakındır yok olması çaybahçelerinin, kaçınılmaz. Şikayet değil benim ki, ihtiyaç neyse o yerini alacak. İş ki dayatılan değil, gereken gelsin. Belli ki simit saraylarına dayanılmaz bir arzu duyuyormuşuz, hoşgeldiler. Ama şu “ön kanape”li beş milyona kahve satan dükkanların geçici olduğuna inanmak istiyorum. İlk heves alınır sonra da tutmaz inşallah. En olmadı, popoları kıymetlilerin yaşadığı mahallelere çekilirler.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar


İlk tanıdığım yıllarda pek heves ettiğim halleri olmuştu ama Nuran’a bu devirde, bu yaşta özenecek değilim. Lakin hala özenmekten kendimi alıkoyamadığım bir yaptığı vardır ki her rastgeldiğim de “ah keşke” derim; “bir vapur kamarasında –allahım ne ayıp- alçak sesle Mahur Beste’yi,- hem ilk teklifte, rica bile etmeden!- okumuş”

Gittin emma ki kodun beni hasretle

Özendiğim vapurlarda ona buna şarkı türkü okumak değil elbet, böyle bir besteyi hem de alçak sesle okuyabilmek. Ya da yalnızken

kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem

diye mırıldanabilmek, o bile olmuyor.

Aşkın binbir tarifi var, ben en çok Nuran’lı olanı severim.
“Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de bağazda yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran’a benzemek...”

çocuklar nerede?


Şehre döndüm, ama bir kaç gündür evimden uzakta dördüncü levent’te geçiyor günlerim. Camdan bakınca yeşilliklerin görülebildiği, evlerin önünden vızır vızır araba geçmeyen bir semtteyim. Sokaklar temiz, iki sokakta bir güvenlik kulübesi tüm prefabrikliği ile yabancıları ürkütmekte, rüzgar yahut yağmur haddini aştığında arabaların alarmları aynı anda her ihtimale karşı bütün mahalleyi –siteyi- ayağa kaldırmakta. Camların içinde kediler çok nadiren sokakta gezdirilen köpeklere dişbilemekte. Binalar, arabalar, kediler, köpekler, prefabrik kutular, hepsi insanlar için oradalar ama insanlar yok, en tuhafı da küçük insanlar yok. Bir sürü pencere var, düşünmeden edemiyor insan; bu pencerelerin ardında çocuklar büyüyor olmalı, yalnız, boş sokağa bakarak. “güvenliksiz” sokaklarda çocuklar gofret yiyip yüksek sesle konuşarak mahalleliyi “rahatsız ederken”, bu yeşil, arabasız sokaklar niye ıssız? Antibakteriyal deterjanlarla silinmiş, antialerjik halılarda, dünyaya gelmelerine karar vermiş olan o kadın ve o erkekten uzakta, allerjik, prefabrik olarak büyürlerken sokak bomboş. Bahçelerde sadece “köpek gezdirmek yasaktır” yazıyor, site yöneticileri korkmuyor bile çocukların bahçede koşturup, çiçekleri koparıp annelerine götüreceklerinden, ya da çimenlerin üstünde top oynayacaklarından. Gürültüde uyuyamayan, toza allerjisi olan, yabancılardan korkan, kavga görgüsü olmayan bir şehirli nesil büyüyor. Onları böyle ürkünç büyütmekte olan nesil, onlarla başedebilmek için bir politika üretseler iyi olur. İlerde, bugün sığabildikleri plazalara sığamayacak, sokaklara taşacak, ellerini ayaklarını nereye koyacaklarını bilemeyip, çirkinleşecekler.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...