31 Mayıs 2007 Perşembe

çekirdek, çay bahçesi vesaire


Yaz kokuyor istanbul. Bu gece Beyoğlu’nda bir ahbabımla yürürken kokusunu aldık yazın, dedi ki “bu gece çekirdek çitlemek istiyorum bir çay bahçesinde”. Yaz bu, insana ne isteteceği belli olmaz. Ama belli ki istanbullu’lar hava ısınınca çekirdek çitlemek istiyorlar. En azından bizim mahallede bir iki haftadır, geceleri kapıların önü çekirdek çöpü doluyor. İtiraf ediyorum, ben çekirdek kabuklarının sokağa atılmasına karşı değilim. O musibet kabuktan yere tükürmeden kurtulmak mümkün değildir, çöp arabası geçiyor ne de olsa gece üçte.
Çay bahçesi bu şehrin tükemediği bir mefhum, şükür. Simit evi, simit sarayı, nargile café, gloria’s jeans (ne demek bu ya?), türkü bar filan hiçbirinden yana hiç sıkıntımız yok, yine de çay bahçeleri duruyor. Demek, gerçek bir ihtiyaç. Eskiden mahallesine göre bira satardı çaybahçeleri. Misal; Ortaköydeki’ler kafe değil, çay bahçesiydi, ve ben ilk biramı onlardan birinde içmiştim. Ortaköy’ü hiç özlemiyorum, bunca deniz kenarında, bunca boğaz ortası bir mekanın çoğunluğun isteğine göre değişmesi kaçınılmazdı ama Cennet bahçesini özlüyorum, hani Gümüşsuyu’nda, hani Alman Konsolosluğu’na gelmeden yokuş aşağı, o çay bahçesini. Hani o ürkünç park otel harabesinin arkası. Yakındır yok olması çaybahçelerinin, kaçınılmaz. Şikayet değil benim ki, ihtiyaç neyse o yerini alacak. İş ki dayatılan değil, gereken gelsin. Belli ki simit saraylarına dayanılmaz bir arzu duyuyormuşuz, hoşgeldiler. Ama şu “ön kanape”li beş milyona kahve satan dükkanların geçici olduğuna inanmak istiyorum. İlk heves alınır sonra da tutmaz inşallah. En olmadı, popoları kıymetlilerin yaşadığı mahallelere çekilirler.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar


İlk tanıdığım yıllarda pek heves ettiğim halleri olmuştu ama Nuran’a bu devirde, bu yaşta özenecek değilim. Lakin hala özenmekten kendimi alıkoyamadığım bir yaptığı vardır ki her rastgeldiğim de “ah keşke” derim; “bir vapur kamarasında –allahım ne ayıp- alçak sesle Mahur Beste’yi,- hem ilk teklifte, rica bile etmeden!- okumuş”

Gittin emma ki kodun beni hasretle

Özendiğim vapurlarda ona buna şarkı türkü okumak değil elbet, böyle bir besteyi hem de alçak sesle okuyabilmek. Ya da yalnızken

kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem

diye mırıldanabilmek, o bile olmuyor.

Aşkın binbir tarifi var, ben en çok Nuran’lı olanı severim.
“Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de bağazda yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran’a benzemek...”

çocuklar nerede?


Şehre döndüm, ama bir kaç gündür evimden uzakta dördüncü levent’te geçiyor günlerim. Camdan bakınca yeşilliklerin görülebildiği, evlerin önünden vızır vızır araba geçmeyen bir semtteyim. Sokaklar temiz, iki sokakta bir güvenlik kulübesi tüm prefabrikliği ile yabancıları ürkütmekte, rüzgar yahut yağmur haddini aştığında arabaların alarmları aynı anda her ihtimale karşı bütün mahalleyi –siteyi- ayağa kaldırmakta. Camların içinde kediler çok nadiren sokakta gezdirilen köpeklere dişbilemekte. Binalar, arabalar, kediler, köpekler, prefabrik kutular, hepsi insanlar için oradalar ama insanlar yok, en tuhafı da küçük insanlar yok. Bir sürü pencere var, düşünmeden edemiyor insan; bu pencerelerin ardında çocuklar büyüyor olmalı, yalnız, boş sokağa bakarak. “güvenliksiz” sokaklarda çocuklar gofret yiyip yüksek sesle konuşarak mahalleliyi “rahatsız ederken”, bu yeşil, arabasız sokaklar niye ıssız? Antibakteriyal deterjanlarla silinmiş, antialerjik halılarda, dünyaya gelmelerine karar vermiş olan o kadın ve o erkekten uzakta, allerjik, prefabrik olarak büyürlerken sokak bomboş. Bahçelerde sadece “köpek gezdirmek yasaktır” yazıyor, site yöneticileri korkmuyor bile çocukların bahçede koşturup, çiçekleri koparıp annelerine götüreceklerinden, ya da çimenlerin üstünde top oynayacaklarından. Gürültüde uyuyamayan, toza allerjisi olan, yabancılardan korkan, kavga görgüsü olmayan bir şehirli nesil büyüyor. Onları böyle ürkünç büyütmekte olan nesil, onlarla başedebilmek için bir politika üretseler iyi olur. İlerde, bugün sığabildikleri plazalara sığamayacak, sokaklara taşacak, ellerini ayaklarını nereye koyacaklarını bilemeyip, çirkinleşecekler.

19 Mayıs 2007 Cumartesi

istanbul'dan uzakta III



Hava hiç açılmayacakmış gibi kapalı. Tüm sahil gelmek bilmeyen yağmuru bekliyoruz. Arada bir fırtına çıkacakmış gibi yapıyor, ağaçlar çılgınca debeleniyorlar, deniz dalgalanıyor, yağmur gelmek bilmiyor. Esas beklenenenin kendisi değil de sonrasında çıkacak olan güneş olduğunu bal gibi biliyor, gecikiyor, sıkıntıyı, tansiyonu yükseltiyor. Bu havaya yakışacak müziği bir türlü bulamadım. Kasveti savuşturacak birşeyler mi yoksa kasvetin kollarında büzüştürecek bir müzik mi lazım gelir?

16 Mayıs 2007 Çarşamba

İstanbul'dan uzakta II


Uzakta olan bir şehrin günlüğü tutulmaz olur mu tutulur elbet. Şehri şehir yapan bir tek sokakları, yapıları değil ki, bu şehrin şarkısı türküsü, yazarı, özlemi de var, bizde de bunlardan bolca var. Nitekim yolda okumak için yanıma aldığım kitap ve yol bittikten sonra durumun tuhaflığının farkına vardım, şehirden çıkarken şehir üstüne bir kitap almışım yanıma: “İstanbul’un bir yüzü”, yazarımız; Refik Halid Karay. Bende ki İnkilab ve Aka Kitabevleri Koll. Şti.’den çıkan üçüncü baskı. Birinci Dünya Savaşı öncesi bir paşa konağında yanaşma olarak büyümüş, savaş sonrası iyi niyetle söylersek “saz alemlerine ud çalmaya giden” bir hanımın dilinden yazılmış bir roman. İmparatorluğun son dönem konak debdebesini, sonrasında savaş zenginlerini, İstanbul görgüsü ile İstanbul görgüsüzlüğünü konakların harem tarafından anlatıyor Refik halid Karay. Büyükada, şarkı türkü, Emirgan, Nişantaşı, yeni moda apartman daireleri, “konfor modern” halayıklar, şantözler, ihtiras, Göksu’da kayıklar, Çamlıca’da kupa arabalar, ne ararsan var romanda. Bir şehirde uzun süre yaşamış, orayı sahiplenmiş herkeste bu his oluyor sanırım; şimdinin bozuk, geçmişin doğru ve güzel olduğu. Eh tabii kim istemez Göksu’da kayıkla gezip, genç zabitlere göz süzmeyi? Ama ikisinden birini seçmek durumunda kalsam, metro ile on dakika da annemlere gidebiliyor olmayı tercih ederdim doğrusu. Ayrıca zabitlerden de hiç haz etmiyorum, hele de şu günlerde.

15 Mayıs 2007 Salı

İstanbul’dan uzak kaldım derdim çoktur



Bu gece Kanal D’de Kurtlar vedisi Irak + 13 ibaresi olarak yayınlandı. Daha önce sinema salonunda diğerleri ile birlikte ürkerek dehşet ile seyretmiştim, bugün kanapemde tek başıma seyrettim; – 13 daha da yaraşırmış bu filme.
Tam da bugünlerde, hazır bayraklar gönlere çekilmiş, hazır anti emperyalist nutuklar meydanlarda çekilirken çok iyi yapmış kanal D bu çocuk filmini yayınlamakta. Ki çocuklar evlerinde televizyon seyrederken, annelerinin dizi dibinde güvende iken, nefret etsinler diğerlerinden, başkasından, düşünsünler ki bireysel şiddet ile devlet meseleleri halledilebilir. Aferin. Arada reklamlar da girsin, “sen bu dünyaya başarmak için geldin, ailene güvenli bir hayat vermek için” oh.

14 Mayıs 2007 Pazartesi

Bir şehirde kendini güvende hissetmenin kişiye göre değişen yüzlerce yolu var

Bir şehirde kendini güvende hissetmenin kişiye göre değişen yüzlerce yolu var, alarm, bekçi köpeği, iyi bir komşu, doğu sporları yapan bir koca, her sabah aynı saatte gelen gazete, yastık altında bir tabanca... Hemen yanımda ki barın senelerdir aynı saatte aynı parçaları çalıyor olması beni olduğum yerde bir şekilde güvende hissettiriyor. Her hafta sonu gecesi saat onikide ney na na, ikiye doğru “ should ı stay or should ı go” dinlemek insana nasıl iyi gelir tam olarak açıklayamıyorum. Parça başladığında saatime bakıyorum, evet tam zamanı; kanapeme daha bir huzurlu yayılıyorum.

11 Mayıs 2007 Cuma

kırklara karışmak


Bir kaç gündür bilgisayarım bana kötü oyunlar oynuyor, kendine gelebilmesi için uzun süreler kendisini kendisiyle başbaşa bırakıyorum, böyle olunca da yazılar arasına zaman giriyor, oysa dilim şişti, laf birikti.
Geçen Pazar Dolapdere’de Panayia Evangelistria (Meryem'in Müjdelenişi) kilisesi’ne gittim. Pek sevdiğim bir arkadaşımın babasının kırkıydı, müslümanlarda olduğu gibi ortodosklarda da varmış kırk mevzuu. Ailesi Atina’da mezar başında, o Dolapdere’de bir kilisede gereklerini yerine getirdi. Mevlüt şekeri yerine dokuz malzemeden oluşmuş bir çeşit tatlı konuluyor minik torbalara ve cemaata dağıtılıyor. Eline sağlık arkadaşımın pek lezzetli idi. Bir daha yapmaz umarım. Panayia Evangelistria Mahallede gayet gerçekdışı, mekanla uyumsuz bir kilise. Mahalle eskiden beri fakir olduğu için, zamanında (1893) Rusya’dan çarın yolladığı paralarla yapılmış, o yüzden de pek heybetli. Bilgi Üniversitesi’nin sırasında biraz daha yukarıda, gece ve hatta belki gündüz girmeye çekinilecek sokaklardan birinde. Cemaati elli kişi kalmış lakin içi gayet bakımlı, tekne biçimli minik taşlardan yapılma avizesi gözümü ve hatta beni benden aldı. Kilise’nin önemi bu avizeden değil sesleri güzel biri 100 diğeri 80 kilo ağırlığında iki çanından geliyor. Ne var ki bu iki çan 2005’de iki gün arayla çalınmışlar. 180 kilo, dar bir sokakta, içinde insanların uyuduğu bir mekandan çalınmış. Polisiye roman yazacak olsam işte bana leziz bir konu. Çanlar Kilise’nin, Kilise Dolapdere’nin, Dolapdere Beyoğlu’nun, Beyoğlu İstanbul’un ortasında, İstanbul’da kalmış iki üç çan, çana kulak veren iki üç adam, sanırız ki o çanlar sadece cemaatindir, bilmeyiz istanbul’un seslerinden biridir. Baktım çanların çalınması haber bile olmamış gazetelerde, bir tek radikal yazmış “kilisenin çanları çalındı” diye. Kimse dememiş istanbul’un bir sesi daha kesildi diye. Bilememişler sesler kesildikçe biz sağır gibi oluyoruz.
fotoğrafa gelecek olursak; çerçevede Süleymaniye dışında Patrikhane

6 Mayıs 2007 Pazar

beyoğlu'nda gezersin gözlerini süzersin

istiklal Caddesi'nde minik çöp arabaları müzik yayını yapmaya başlamışlar. Kalabalığı yarıp, minik fıskiyeleri ile su serpip, dükkanların yolun ortasına koydukları çöp torbalarını toplarken, arabadan "beyoğlunda gezersin, gözlerini süzersin" şarkısını çalıyorlar.

ayasofya



Dün baktım da şehir turist dolmuş, at meydanında, Topkapı sarayı, Sultanahmet Camii, Ayasofya üçgeninde koşturup duruyorlar. Arada meydanda ki kahvelerde soluklanıp, sultanahmet köfteci(ler)’inde karınlarını doyuruyorlar. Bu iki köfteci arasındaki öz köfteci kavgasına yabancıların ellerinden düşürmedikleri Michelin ve Routard rehberleri son noktayı koymuş; içinde odun fırını olan ve kredi kartı kabul etmeyen en hakikisiymiş. Ben köftelerinde yarım saat kapıda sıra beklemeye değecek bir fark göremedim. Lakin bahis köfte değil Ayasofya. Ayasofya’yı üstünde, sağında, solunda ya da içinde iskeleye tırmanmış adamlar olmadan gören var mı? Var; Papa. Ben bir tek o geldiği zaman iskelesiz gördüm cami-müze-kilise melezini. Ayasofya’nın tarihte en önemli bakım onarımı abdülmecid döneminde, Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin kırkbin kese olan mirası ile, Fossati kardeşler tarafından yapılmış. Bu Fossati kardeşler rus elçilik binasından başlamak üzere istanbul’da pek süslü binalar yapmışlar, nitekim kardeşlerden Gaspare’nin Morcote’deki (isviçre) evini bizzat gittip gördüm, osmanlı tadı yakalamış, pek süslü bir bina. Fossatiler’den beri inşaat durmak bilmiyor Ayasofya’da. Böylesine şık, böylesine sembol bir bir binanın hep el altında tutulması elbet önemli ama ben artık bir bit yeniği aramaya başladım her daim iskele kurulmasında.
Ayasofya’yı sevmek için binbir neden var, ben en çok “güzel kapı”sı için seviyorum. Ön yüzünde bulunan, bugün müze çıkış kapısı olarak kullanılan büyük kapı. Böyle güzel isim mi olur yahu? Güzel kapı.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...