24 Haziran 2007 Pazar

Adalet nedir? Ağaçlara su vermek Zulüm nedir? Dikeni sulamak



Adalet nedir? Ağaçlara su vermek
Zulüm nedir? Dikeni sulamak
mevlana

Mevlana sergisini nerede yaparsın deseler, hiç duraksamadan ayasofya derdim.
Öylesine büyük ki hiç bir şey fazla durmuyor içinde. Kilise çanı, minare, inşaat iskelesi, dört halifenin koca koca isimleri, binlerce turist, özensiz öğrencileri turları, yakışıksız sergiler, yakışıklı sergiler, bizans mozaikleri, öfkeli yunanlılar, şuursuz müslümanlar.. hepsi sahibiymiş gibi duruyor içinde yapının, hepsiyle dalga geçerken, fısıldıyor bir yandan Ayasofya şehre ; “bu henüz bir başlangıç, bak daha neler göreceğiz”. Açık kalmış pencerelerinden birinden adalet kulesini gösteriyor ziyaret edenlere, bir diğerinden Sultanahmet Camiinin minareleri, bir diğerinde sadece bir kuş.
Ayasofya’da Mevlana sergisi var. Unesco bu yılı Mevlana yılı ilan etti, dört bir yanda dönüyor mevleviler. Biz ise dönerken gözümüzü kapattığımız için hiç bir şey görmüyoruz, sadece midemiz bulanıyor.

23 Haziran 2007 Cumartesi

ağlayan kadınlar lahti











Dün ağlayan on sekiz kadın gördüm. Bazılarının gözyaşı kurumuş, kimi sessiz içine doğru ağlıyor, kiminin hıçkırıkları bunca uzaktan duyuluyor. Biri kendi halinin ne olacağını düşünmeye durmuş, bir diğeri kendinden geçmiş, gidenle gitmeye karar vermiş.

Arkeoloji Müzesi kışın açık hava müzesindeki heykellerin aldığı gerçeküstü hal için, yazın da pek serin olduğu için sıklıkla gidilesi yerlerden biri. On gün önce Beyrut Milli Müze’de gezerken kendime söz verdim İstanbul’a döner dönmez bir kez daha aekeoloji müzesine gideceğime. Birbirlerine hem yapı hem de sergilenen eserler açısından oldukça benzeyen iki müze. Her ikisinde de aynı kazılardan çıkmış malzemeler var. Özellikle Sidon’dan (Sayda mı demeli acaba?) çıkmış lahitleri on gün arayla iki ayrı müzede görmek çarpıcı oldu. Yine de en fevkaladesi İstanbul’a gelmiş; Sidon Kral nekropolünden çıkan Ağlayan Kadınlar Lahti. Tarihi; İsa'dan önce dördüncü yüzyılın ortası. En uzun ağlamaya durmuş onsekiz kadın coğrafyalardan, yüzyıllardan geçmişler, tesellisiz hala ağlamakta, karanlıkta.

21 Haziran 2007 Perşembe

şairler sofası parkı


onu kırmış olmalı yaşamında birisi.
dinledikce susması, düşündükçe susması..
tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi,
heykelini yontuyor yalnızlığın ustası.


Özdemir Asaf

Valideçeşme'de Akaretler'e doğru inerken sağda bir park var. Park yeşillik, serin, sakin. Adı; Şairler Sofası Parkı. İçinde Özdemir Asaf, Necati Cumalı, Behçet Necatigil, Neyzen tevfik durmuş, taş olmuşlar. Birbirlerinden uzak, sessiz. Hemen yanlarında Sabahattin Kudret Aksal'ın evi. Geceleri pencereden sesleniyor mudur acaba, memnun bu şehirde ahbablarıyla kalmaktan?


Bütün söylediklerim yalan
Yalan yaşamakta olduğum
Ne sıcak memleketlere gitmek istedim
Ne kaçmayı düşündüm
Ben bu şehrin gökyüzünden
Kasabından fırıncısından
Havasından hoşnudum

17 Haziran 2007 Pazar

BEYRUT 14.06.2007


Ulusal yas ilan edildi, okullar, bankalar, tüm dükkanlar kapalı. Yarın istanbul’a dönüyorum, oysa hiç doyamadım Beyrut’a. Son bir kez şehir merkezinde gezeyim diye çıktım, bir süre sonra sokakta askerlerden başka kimse olmadığını farkedince doğru yer fakat yalnış zamanda olduğumu anlayarak Gemmayze’ye oradan da Eşrefiye’ye geçtim.

kahve içilecek bir café bile bulamadığım için ara sokaklarda yürüdüm. Girdiğim her sokakta ertesi gün bu şehri bırakacağım için bir kez daha üzüldüm.
homurdanarak otele döndüm. Akşam, Hamra’da kepenkleri yarıya kadar inik de olsa, tek açık bar-restoran De Prague’a gittik. Amerikan üniversitesi’nden gençlerle doluydu. Burada, gündüz sokaktaki yastan eser yoktu. Miniler, dövmeler, lounge bir ortam, çoğunlukla lübnan birası almaza içiliyordu. Evet Beyrut sıcak ama bir lokanta ya da kahvede hırkasız oturmak mümkün değil, istisnasız her mekanda, anlaşılmaz bir biçimde havalandırmayı sonuna kadar açıyorlar. Ben de bunu bahane edip kırmızı şarap içtim.

BEYRUT 13.06.2007


Mahalleden hiç uzaklaşasım yoktu, ben de biraz Hamra’da vitrin baktım, kebabjı’da halep kebabı yedim, deniz kenarına inip Corniche’de kayalıklardan denize giren çocukları seyredip çekirdek çitledim.

...
Beklenen oldu, şehrin içinde bomba patladı. Corniche’in sonunda, Lunapark’ın hemen yanında. Ben önce bir kamyondan demir ve cam boşaltıyorlar sandım. Sonra sirenleri duyup, telefonlarımızın çalışmadığını farkedince hızla olay yerine gittik, plaja yayılmış ölülerin henüz hepsini kaldırmamışlardı. Hariri hükümetinden suriye karşıtı Velid Eidoya suikast amaçlı bombada milletvekili, oğlu ve korumaları, yanında da henüz tam sayı bilinmemekle birlikte 10 kişi ölmüş. Geçen haftakinin de bugün ki bombanın da müsebbibi bilinmiyor. Olan herşeyin sebebini Suriye olarak görenler var, tıpkı Filistin mülteci kamplarında savaşan el fetih el islam’ın suriye gizli servisi ile bağlantısı olduğunu söyleyenler gibi. Diğer bir taraftan Hizbullah bir iç devlet olarak ülkenin bir çok kesiminden sempati toplamaya devam ediyor.
Geçen yaz ki savaşın bir yılı dolmadan şehirde patlama sesleri duyulmaya başladı. Hükümetten birinin güpegündüz, şehrin ortasında öldürülmesine tepkiler ne olacak kimbilir? Hariri de aynen böyle iki sene önce şehrin ortasında öldürülmemiş miydi? Bugün hala bu cinayetin mahkemesi olsun mu olmasın mı tartışması sürüyor.
Ambulanslar ve biraz da asker dağıldıktan sonra kıyı boyunca uzanan şehre baktım da az değil çok güzel bir şehir, delik deşik olmuş, ardından gereğinden fazla modern yapılar inşa edilmiş, gerçekten kültür mozaiği bir şehir. Mozaik öyle bin iki bin kişilik iki üç cemaat, bir kaç çalışır halde kilise ile oluşmuyormuş. Bu şehirde 15 ayrı dini cemaat ve her mahallede en az bir kilise ve bir camii var ve herkes herkesin dilini anlıyor. Ama yine de bombalar durmuyor.

16 Haziran 2007 Cumartesi

BEYRUT 12.06.2007



Kendini turist rehberi sanan, sevimli geveze bir taksi şoförünün arabasıyla Milli Müze’ye gittim. 1937’de açılmış müzenin ihtişamı dışardan bakıldığında olduğu kadar içeriye girince de çarpıcı. Dışarıdan İstanbul Arkeoloji müzesini andırıyor. (Herşeyi İstanbul’la karşılaştırmaktan alamıyorum kendimi) Bronz çağ, helentistik dönem, romalılar, bizans, memlüklüler arasında koca binada tek başıma seyrettim. İlk alfabe, çocuk heykelleri tabii ki benim için bir ilkti ama ben yine de en çok “mosaique de la jalousie’den (kıskançlık mozaiği) etkilendim. Görsel olarak, renkleri, oranı gözüme iyi gelen herneyse işte o zaten vardı ama beni şaşırtan içeriği oldu. Bizans Beyrutu’nda bir evin girişinde bulunmuş mozaikte

Kıskançlık çok büyük bir günahtır. Ama aynı zamanda içinde bir güzellik barındırır, çünkü kıskançların gözlerini ve kalbini oyar.
Diyor.



Müzeden sonra Eşrefiye’ye yürüdüm, ABC Mall’da bir çeşit kapalı lahmacun ile bir bira içip, Place Sassine’den (sassine meydanı), uzun ve sessiz Sufi sokağa girdim, Halil Kassab’tan geri döndüm. Sassine meydanı her köşesinde ayrı bir café ile aslında tam da mola alınacak bir meydandı ama mola fikrimi Monot sokağı’na sakladım. Geçen sefer şu ünlü sokağı bir baştan bir başa yürüyememiştim, o yüzden Sodeco meydanı’ndaki girişini buldum ki zor oldu, sokak adları her zaman sokakların başında yazmıyor. General Fuad Chebab bulvarı'ndaki çıkışına kadar mola fikrini bir kez daha erteleyerek yürüdüm.



Sokakta geleneksel yapıda oldukça bakımlı evlerin yanısıra ultra modern görünümlü restoran gece klüpleri de var, artık yazmaya hacet yok ama, çoğu kapalı.
Akşam otelden çok uzaklaşmadan Hamra’da blue note denilen bir jazz barda yedik. Şahane caz eşliğinde Kebbe, (bildiğimiz içli köfte ama tıpkı bizim ailede kubbe dediğimiz anneaNnemin yaptığı gibi), cordon bleu ile lübnan şarabı kefraye içtik.

BEYRUT 11.06.2007



Madem fotoğraf çekemiyorum ben de yazarım. Necmi ya da fransızca adıyla place de l’etoile’de tam da bir turistin yapacağı gibi Place de l’etoile cafesi’nde oturuyorum.Sanırım şehirdeki tek turist benim. Şu an olduğum yer normal bir zamanda şehrin en turistik yeri olmalı. Görülmesi gereken cami, bina, kilise, fenike arkeolojik sitesi, saat kulesi, osmanlıdan kalma binaların tam ortasındayım, öğle saati, hava ne sıcak ne soğuk, hatta hafif bir esinti bile var. El Ömeri camii’nden öğle ezanının sesi geliyor. Meydanda tek tük insanlar geziniyor. Meydana çıkan beş sokağın hepsinin girişinde asker kontrolü var. Dolayısıyla insanlar meydandan geçmeyi tercih etmiyor, yolu uzatıyorlar. İstanbuldaki gibi herkes yürürken telefonla konuşuyor. Oturduğumdan beri baştan savma giyinmiş tek bir kadın geçmedi. Bu arada tam yanımdaki saat kulesinin saati rolex. Ama bu Abdülhamid’in tahta çıkışı şerefine 1897’de inşa edilen kule değil. O saray’ın yanında olduğu için yaklaşmak mümkün değil.
Bulabildiğim hiç bir şehir haritası ya da rehber bugün gördüğüm şehri yansıtmıyor. Geçen yaz ki savaştan sonra dengelerle birlikte mekanlarda değişmiş. Rehberin barlar sokağı diye bahsettiği sokak boş. Balonla şehri yukardan görmenin lafını bile etmek manasız. Sarayın ziyaret saatleri yalan olmuş, değil içine girmek uzaktan fotoğrafını çekmek bile yasak.

Virgin Megastore: Cennete düşmüş gibi oldum. Bir yanda ingilizce bir yanda fransızca kitaplar. Politize bir memlekette olduğumuz için tarih ve politika kitapları çoğunlukta, tabii özellikle ortadoğu üzerine. Evet, çok katlı, havalandırmalı bir cennet.
Virgin, şehrin en büyük meydanı, el burj, martyrs’ square ya da place des canons denilen meydanda. Meydan osmanlı zamanında bahçeler ve çeşmelerle dolu imiş. Martrys’ square adını 1919’da Osmanlı tarafından öldürülen lübnanlı milliyetçilerin anısına almış. Meydan bugün, Hariri’nin yaptırdığı El emin camii ve hemen yanındaki mezarı, ve hemen yanında başlayan çadır kent yüzünden oldukça yüz değiştirmiş, hafif bir inşaat alanı havası var.



Meydanı geçip Solidaire’i arkamda bırakarak Gouraud sokağı’ndan Gemmayze’ye geçtim. Gouraud oldukça dar, japon, italyan, lübnan lokantaları ve küçücük ama gerçekten küçücük barların olduğu bir sokak. Sonuna kadar yürüdüm, paraleli rue pasteur’den meydana geri döndüm. Çadır kentin içine girdim, bu bölgeye girerken gençten bir takım arkadaşlar çantayı açıp bakıyorlar. Ben hala anlamadım, iki metre ötede asker dururken bu delikanlıların nasıl oluyorda aslan gibi ortada gezindiğini, hoşuma gitmedi değil. Biraz daha gezinip biraz daha okuduktan sonra daha net anlarım herhalde mevzuu. Çadır kentin tam ortasında eski bir sinema binası var. Şehrin ortasında, şehir çökmüşte yukarda kalmış dev bir mağara gibi duruyor. Biraz onun, biraz da çadırların fotoğrafını çekiyordum ki, “yasak hemşerim” edasıyla yanıma geldiler. Çektiklerime baktılar, askerler gibi sildirmediler, selamlaştık, ayrıldık.

Beyrut Amerikan üniversitesi, her ne kadar campus’ün içine duhul edemediysem de dışardan görüldüğü kadarıyla, boğaziçi üniversitesi güney campusünün beyrut versiyonu. Binalar aynı döneme ait, yeşillikler içinde ve denize nazır. Tek fark boğaz değil, akdeniz’e bakıyor pencereleri. Üniversite’nin olduğu Bliss sokağı fast foodcular, ve kitapçılarla dolu. Bugünlerde önünde check point oluşturulduğu için genelde trafik sıkışık. Check point dediğimiz, sokağa çaprazlama bariyerler koyarak trafiği yavaşlatmak suretiyle gelen geçene bakmak, gerekirse kimlik sormak, arama yapmak. Bliss’i Hamra’ya bağlayan sokaklardan birine girdim ve şahane, kendimi otelin sokağında buldum.

Akşam, bir kez daha Gemmayze’ye gittik, Cantine Libanaise’de açık soğuk büfe, yanına arak ile karnımızı doyurduk. Soğuk büfe: minik börekler, humus, patates ezme, patlıcanlı birşey, üç çeşit peynir, yaprak sarma, turşu, salatalar, zeytinler, kuruyemişler, çerkez tavuğu(msu): 13500 LL . Mekan gayet tasarım lakin her yer gibi boş.

BEYRUT 10.06.2007



Pazar, çan sesleri ile uyandım, otelin hemen yakınında cemaati filipinliler olan katolik kilisesi var. Hava çok sıcak. Yapılacak en iyi şeyin suya girmek olacağına kanaat getirip bikini formatına geçtim. “Deniz geçen yaz ki savaşta çok kirlendi” diyorlar. Ben de o yüzden tüm “beyaz beyrutlular”ın yaptığı gibi kendime bir club seçtim; Saint George yacht club. Saint george Hariri’nin önünde süikasta uğradığı otel, o haliyle duruyor. Deniz kenarı club olarak hayatına devam ediyor. Girişi tabii pahalı, yeme içme ondan da pahalı. Hopörlörlerden fransızca bir radyo beyrut sosyetesine bir gün de olsa kendilerini fransada hisssetme şansı veriyor. Terlikler topuklu, burunlar ve göğüsler ameliyatlı, adamlar paralı.
Bir ara iki üç helikopter, tabii ki asker, pek yakın seyrettiler havuz üzerinde, millet dağıldı. Ben de. Fener’e kadar yürüdüm, yürürken denize bakan şık mahallelerin fotoğraflarını çekiyordum ki asker abi geldi, çektiklerimi sildirdi. Güvenlik alanı imiş. Yürüyerek otele döndüm. Akşam Gemmayze’ye italyan lokantasına gittik. Olio; küçük, temiz, leziz bir lokanta Lübnan şarabı Kafreye içtik. Şehir merkezinden ve sonra bayağı ıssız sokaklardan geri döndük. Şehir merkezi’ni hala gündüz gözüyle göremedim. Hariri ciddi bir restorasyon yapmış, hala da devam ediyor. Sanırım fotoğraf çekmek mümkün olmayacak, çünkü saray, meclis, devlet binaları hep orada.

BEYRUT 9.06.2007



Beyrut’ta sürekli bir inşaat sesi var. ABC alışveriş merkezi’nin gayet sessiz bir köşesinde Sourlemonada Cafe’de limonatamı bekliyorum, arka fonda nerden geldiği belli olmayan sinir bozucu bir inşaat sesi. İkinci gözlemim “taksi iyi bir şeydir”. Turistim, gezeyim göreyim, yürüyeyim kahramanlığı manasız. Sadece taksiye binilmesi gerektiğini anlamak için, bir seferlik iyi bir tecrübe olabilir. Solidaire denilen şehir merkezine gideyim, saray, cami göreyim diye Hamra’dan yola çıktım, bir takım çevreyolumsulardan şehre girmeye çalışırken asker abi yolumu kesti ve saraya uzaktan bakmamı sağlık verdi ve ben kendimi Gemmayziye’de buldum. Saint Nicolas merdivenleri’ni çıktım, Sursock Müzesi’ne girdim. George Douod Corm sergisini gezdim. Butros Bustani’nin portresi ve en çok Marie Hneiné’nin portrelerini çok beğendim.
Pek modern ve şık binaların arasından ana caddeye çıkıp ve yine çevreyolumsulardan geçip ABC alışveriş merkezine girdim. Sıcak yordu.
Alışveriş merkezinden çıkmak üzereyken, biR gece önce tanıştığım İsviçre konsolosu Mauro ile karşılaştım. Lübnan’lı sevgilisini bekliyordu. Konsolos dediysem, öyle kelli felli bir adam değil, benim yaşlarımda komik bir italyan. Onunla bir kahve içtikten sonra kendimi Abdelvahap el ingilizi Sokağına bıraktım. Sokağın başındaki Bibliotheque Orientale’de yaklaşık bir saat geçirdikten sonra geleneksel tipte evlerin olduğu sokakta fotoğraf çeke çeke gezindim, sonra Monot sokağı ve sonra otel. Monot sokağı bir nevi barlar restoranlar sokağı ama şehirdeki tedirginlik hareketi azaltmış, hala açık olan dükkanlar ise neredeyse boş.
Şehrin büyük bir kısmı şantiye görüntüsünde, iç savaştan sonra Hariri büyük yatırımlarla oldukça modern binalar yaptırmış, inşaatları hala sürmekte olan çok yüksek plaza şantiyesi dolu etraf. Geçen yaz ki savaş birçoğunu yarıda bıraktırmış.
Yine de kafamı her kaldırdığımda bir vinçle karşılaşmak mümkün.

İki haftadır kuzey ve güneyde süren çatışmalar ve üç gün önce Beyrut’ta patlayan bomba yüzünden geceleri şehir sessiz, restoranlar boş. Ama şöyle bir etrafa bakmak bu şehrin çılgın bir gece hayatı olduğunu anlamaya yetiyor. Kadınların şıklığı bana kalırsa sinir bozucu düzeyde. Gündüz vakti, gece gezmesine çıkmış zannedilebilecek kılıklarda kadınlar geziyor sokakta. Binalar delik deşik, her köşe başında bir asker grubu, şehrin orta yerinde, bir senedir hükümetin ve askerin müdahale edemediği Hizbullah ve General Aoun yanlıların kurduğu büyük bir çadır kent, her sokağa girmek mümkün değil, asker yolunu değiştirtiyor ama gel gör ki topuk tıkırtısı, Bulgarie takıların şıkırtısı, mercedes taksiler ve kadınların kullandığı cipler hakim Beyrut’a.

Gece Beyrutluların Solidaire dedikleri şehir merkezine yemeğe gittik, kerim beyrut diye bir lokanta. Arak içip kebab yedim tabii ki ve tabii ki humus. Sonra çadır kent’in içinden geçerek Gemmaziye’ye gittik. Gouraud sokağı herşeye inat kalabalıktı, Rue de la lappe’ın beyrut versiyonu. Versiyonu filan değil bayağı kendisi. Tek fark, adım başı asker olması, ama onlar da eğleniyor gibi gözüküyordu.

15 Haziran 2007 Cuma

BEYRUT 8.06.2007



yurtdışına vize kuyruğuna girme zorunluluğu olmadan çıkmak ne büyük lüksmüş meğer. Ülkeye girerken havaalında pasaportuma bir aylık bir vize nakşettiler, kendimi Beyrut’ta buldum. Havaalanı neredeyse şehrin içinde, araba ile merkeze on dakikada varılıyor. Taksi 10 LL’ye şehrin heryerine götürüyor. Taksimetre yok. Pazarlık usulü ama kısa mesafe 5, uzun mesafe 10 LL denilebilir. Taksilerde bol siyaset konuşunuluyor. Lübnan’da herkes siyaset konuşuyor.

3 Haziran 2007 Pazar


Ben seksenlerde büyüdüm, siyasi bir fikir üretmenin cinayet gibi suç sayıldığı o yıllarda çevremdeki acıları farkedemeyecek kadar gençtim. Gazeteler magazini keşfetmişlerdi, değerleri kalmamıştı, hiç okumadım. Etrafta siyaset yapar gibi duranlar bir önceki dönemin cümlelerini tekrarlıyorlardı, hiçbirinin yanında duramadım. Siyasi kitap, makale yazılmamasının sebebini siyaset bitti diye yorumlamıştım. Herkes kendi işini yapar, üretir, ya da kötülük yapmadan durursa herşey iyi gider sanıyordum. Meğerse suç işliyormuşum. Gözümün önünde iki taraf olmuşuz, benim tarafımı bile belirleyemediğim bu kamplaşma yüzünden eğer bu gece siyaset-üstü bir kurum duruma el koyarsa yarın annem babamı göremeyeceğim, babam büyük ihtimalle “fikri alınmak için” bir süre benden uzakta olacak, geceleri şehir sessiz olacak, ben yirmilerimde olduğu gibi kırklarımda da gazete okumayacağım, aklım duracak, insanlar insanların canını yakacak, henüz doğmamış olan yeğenim ilkokula başladığında benim okuduğum kitapları okuyacak, benim yaşıma geldiğinde –şanslıysa- benim canımı yakanlar onunkini de yakacak.
70’lerde amerikan askerlerini denize atanlarla mitinglerde atatürk’ün kalpaklı fotoğrafını taşıyanlara aynı duygusallıkla bakıyorum, hepsi içten, gönülden, iyi niyetli, aralarında kendi hesaplarına çalışanları saymıyorum, elbet olur onlar. Çoğu “karşı taraf” ürettiğini farkında değil.
Meydanlarda yürümenin, bana benzemeyenleri yoketmenin, bireysel kahramanlıkların işe yaramayacağını biliyorum. İşe ne yarar bulamıyorum, yalnız da değilim üstelik, biliyorum. Yirmi yıldır sadece işini iyi yaparak çocuklarını koruyacağını sanan, ama bu fikrin bir boka yaramadığını farkeden bir nesiliz, hem de en kuvvetli yaşlarında bir nesiliz.
Sadece işimizi iyi yaparak çocukları kurtaramayız. Bugün bilgi sahibi olmamak, fikir üretmemek, sevdiklerine fikrini söylememek suçtur.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...