27 Ağustos 2007 Pazartesi

24 ağustos 2007 Mardin


Birbirinden kopuk dört ayrı yapıdan oluşmuş bir otelde kalıyorum. Benim kaldığım, caddeden ovaya doğru inerken dar merdivenli sokaklardan birinde, teker mahallesinde bir konak. Bu sabah hiç çıkmak istemedim dışarı, 45 derece sıcakta terasta oturdum, durdum, öylesine ufka baktım, bir de konağın işlemelerine. İnsan düşünmeden edemiyor ; bunca işleme, süs niye ? İnsan odasının kapısını niye böylesine ince işler ? Hı ?

Çıktım tabii sonra dışarı. Bu sefer kendime amaç belirlemedim, neye rast gelirsem ona bakarım diye bir sağa bir sola, bir aşağı, bir yukarı yürüdüm. Adları tarihe geçmiş bir takım ibadet ve eğitim yapılarına rastgeldim ama beni şaşırtan yine birbirine geçmiş sokakların darlığı ve dikliği oldu. Bir tane bile karşılıklı kapı yok, kimi sokaklar zaten anca bir kapının açılabileği genişlikte, kapılarda asılı tüller rüzgar esince karşı duvara değiyor, yine de tüm evlerin ön cephesi açık, Mezopotamya’ya bakıyor, kimse kimseye gölge etmiyor, ben şaşakalıyorum.

Abbaralardan geçiyorum, kimi yerde minik bir tünel, kimi yerde de evlerin altında bir geçit görüntüsünde bir nevi altgeçit. Çoğu restore edilmiş, hem de « istanbul belediyesince » lakin temiz tutmak neredeyse imkansız. Zaten Mardin suriçini temiz tutmak diğer herhangi bir şehiri temiz tutmaktan kat be kat zor. Sokaklarına motorlu bir taşıtın giremediği bir kentin temizliği nasıl yapılır ki diye düşünmüştüm ilk gün, penceremin altında sabah ezanına karışan eşek anırması ile uyandığımda aydınlandım.

Bu şehirde insanlar benimle aynı dili konuşmuyorlar ya da ben onların konuştuğu dilde konuşmuyorum. Çoğu benim konuştuğum dili anlayabiliyor ama ben onların dilinden tek kelime anlamıyorum. Sokakların birinde bir teyze yolumu kesti, el kol hareketleri ve bir iki kelime ile yanında durduğumuz binada filim çektiklerini anlattı. Sıla dizisinden bahsediyordu. Benim dediğimi anlamayan o kadın acaba akşam televizyonda sılayı nasıl seyrediyordu? Altyazı yoktur elbet! O dizilerin bölge insanına “yapıcı etkisi”, tore karşıtlığını işlemesi” filan gibi laflar bir anda pek komik göründü gözüme. Diyarbakır’a bir fransıza tercüman olmaya gitmem kadar tuhaf bir durum. Şehirde ikinci günümde benim bir tercümana ihtiyacım olduğunu farkettiğimde pek utanmıştım.

Mardin “olağanüstü” bir mekan. Dört taraf ova, düzlük, ama adamlar çıkmış ovanın ortasında su zor çıkar, inşaası zor, dimdik bir dağa yerleşmiş, düşmandan uzak, kale içine. Savaşlar bitmiş –diyelim- inememişler dağdan, hala yaşıyorlar üstüste şahane evlerde, susuz, ısısız, bol çanak antenli mekanlarda.

23 Ağustos 2007 Perşembe

mardin 23 ağustos 2007



Mor Mihail Kilisesi şehrin hemen yanında bir başına bir kilise, şehre daha yakın biraz üstündeki müslüman mezarlığı da olmasa büsbütün şehirden kopuk. Ulaşabilmek için çarşıdan dolmuşa binip şehrin en aşağısına indim, dolmuştan sonra bir hayli yürüdüm. Oysa şimdi çarşıda oturduğum yerde bakıyorum da sanki dimdik aşağıya yürüsem beş dakikada ulaşırmışım gibi. Herhalde bu benzetmeyi ilk ben yapmıyorumdur ama iki gündür kendimi bir Escher tablosu içine düşmüş gibi hissediyorum. Avlu avlu üstünde, cami kilise çan minare üstünde, yokuş iniyorum varıyorum tepeye, çıkıyorum buluyorum kendimi ovada. Ya da ben burada çok kaçak sigara içtim. Olabilir.

mardin 23 ağustos 2007




Müzenin altında, Cumhuriyet meydanındaki çay bahçesi’nde altı sivil abi, sivillerin yardakçısı bir iki yeniyetme, kalebodurdan imal edilmiş havuzun içinde üç ördek radyoda bangır bangır çalınan « kemal benim adım, şeker gibi tadım » türküsünü dinliyoruz. Şu an varolmayan Kapısinler Manastırı ve okulunun bulunduğu yerden Mustafa Kemal Paşam çok pis bakıyor olan bitene.
Müze binası 1995’e dek Süryani Katolik Patrikhanesi olarak kullanılmış daha sonra kültür bakanlığı tarafından alınarak (ne demekse ?) müze olarak restore edilmiş. Yapı şahane, müze felaket. Avluda, kapılarda fazlasıyla aydınlatma var, yanımda kendiliğinden bitiveren ve bana rehberlik yapmaya çalışan velete « bu lambalar iyi durmuş mu burada » diye sordum. « yok abla uymamış » dedi. O bile.
Müze’nin yanı süryani Katolik kilisesi, aslında doğal olarak müzenin yani eski Patrikhane’nin bir parçası, üvey kalmış çanıyla. Az ötede Ermeni katolik Mor Yusuf Kilisesi, hemen yanında süryani Kırklar kilisesi. 80 cemaatli çalışır durumda bakımlı bir kilise. Avlunun içinde bir odada kuran kursu muadili bir etkinlik vardı, böylece süryani ibadet dersine şahit olmuş oldum.
Sonra yine merdivenler, yine dar sokaklar, Ulu Cami ululuğu ile beni biraz ürküttü, içine giremedim. Cami olmadı bir medrese görelim irfanımız artsın zihniyeti ile Sultan İsa ya da Zinciriye Medresesi’ne çıktım, çıkarken de bir yandan niye bu şehirde şişman insan yok sorusuna cevap buldum. Medrese kalenin hemen altında, restorasyonu bitmiş lakin, her an yıkılacakmış gibi duran kaleden taşlar düşmeye başlayınca, bittiği gibi de ziyarete kapatılmış.Ama yapının güvenlik görevlisi, yardımsever yurdum insanının nadide bir örneği olunca, « üst kata çıkmamak şartı ile » medreseyi gezebildim. Kask şart.
Kebabı hakettiğimi düşünerek Yusuf Usta’nın yerine girdim. « acı » sıfatının ülkenin batısı ile doğusunda aynı şeyi tarif etmediğini daha önceki tecrübelerimden öğrenmiş olduğum için acısız kebab ısmarlayıp gelen ağır acılı kebabı yarım kilo domates ve bir litre su ile tükettim. Su : çöl güzeli gappınar.
Not : Bu arada Hayrünisa Hanım, Sophia Loren’den bir takım oriantalist baş örtme biçimleri alacağına buradaki ablaların örtünme şekline baksa ya biraz. İşli mişli, ferah bir örtü pek yakışır bence güleryüzüne.

mardin 22 ağustos 2007




istanbul 'dan 1449 uzakta
Hayatımda gördüğüm en uçsuz bucaksız manzaraya bakıyorum. Arkamda Mardin Kalesi, önüm boydan boya mezopatamya, üstümde yıldızlar.
Burayla ilgili duyduğum, okuduğum tüm o masalsı kelimeler asla yapay ya da abartılı değilmiş. İnsan burayı anlatmak için yeni kelimeler icad etmek istiyor, bildiğimiz diğer yerleri tasvir için kullanılan sözler sanki eksik ya da yalnış olurmuş gibi. Henüz tam olarak hissedemedim, bir uyuyup uyanmalıyım bu şehirde ama havaalanından şehre gelen o sadece dağ taş olan yolda tamamen yeni, ne olduğunu hemencecik ifade edemeyeceğim farklı bir dünyada olduğumu anladım. Dilin, coğrafyanın farklılığı ile ifade edilemeyecek daha karmaşık bir yenilik var burada benim için. Bu taraflarda gördüğüm diğer şehirler de elbet farklıydı istanbul’dan, ama burasının karşılaştırılacak bir tarafı yok, burası bizim şehir tariflerine uymuyor, uzaktan, evet bir masalkent, dar sokaklarında her an bir karabasana dönüşebilecek bir rüya.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...