22 Kasım 2007 Perşembe

bir illuzyon olarak çamaşır günü


“İlluzyon” dedi bir ahbabım bugün, şehirli kimliğimi meşrulaştırmak için bir istanbul illuzyonu yarattığımdan tereddüt eder gibiydi. Her lafını can kulağı ile dinlediğim bir adam olduğu için sorguladım kendimi. Şehir üstüne yazdıklarım sadece görmek istediklerim mi? Sadece eskiye ait, bugün gerçekliği olmayan durumlar mı? Olabilir mi acaba? Onbeş dakikalık mesafeye birbuçuk saatte ulaşılabilen, yayalara ayrılmış yollarda arabaların parkettiği, yapıların inasanilikten uzak, sadece barınak olarak inşa edildiği, ev yapmak için ağaçların kesildiği, suyun elektriğin düzenliği olarak kesildiği bir şehirden bahsettiğimi unutuyor muyum acaba? Gördüklerim bir illuzyon mu gerçekten? Öyle olsa gerek; Salıncağı, kaydırağı, anneler için şahane oturma birimleri, kum bahçesi ile bir güzel şehrin ortasına konmuş bir çocuk parkında mis gibi yıkanmış çamaşırları, dövülmüş halıları asılı görmüş olamam. Oysa mahallede çocuk boldu, sokak aralarında kendilerine tuhaf bir asker oyunu bulmuş, birbirlerine “onbaşı, yüzbaşı, asker” diye bağırarak, ellerinde ki sopalarla savaş ediyorlardı, vurulanları, çocuk parkının hemen yanındaki gerçek mezarlığa mahsuscuktan gömüyorlardı. Evet, bu olsa olsa bir illuzyon, bugün ki istanbul’da ne işi var bunların?

18 Kasım 2007 Pazar

şahika


Çocukluğumun bazı günlerini Kuzguncuk’ta cumbalı, hamamlı, çatılı bir evde geçirdim, perihan abla, ekmek teknesi dizileri çekilmeden çok önceydi. Evde hazırlanan yemeğin pişmesi için fırına gönderildiği, kapıyı açmak için pencereden sepetle anahtar indirildiği günlerdi. Mermer girişinde, depo olarak kullanılan pek de küçük olmayan bir hamamı vardı. Oldukça dik merdivenlerden yukarı çıkılıp eve girildiğinde sobadan insanın yüzüne sıcaklık çarpardı. Ortadaki masada –çocukların geleceğinden haberli olunduğundan mıdır nedir- hep bir kurabiye, galete tabağı olurdu, sobanın üstünde –eğer mevsim kışsa- portakal ya da mandalina kabukları. Mutfağa açılan yan odada, o zamanlar bana dibi ulaşılmaz derinlikte görünen bir gömme tel dolap vardı, içinden serinlik gelirdi. Mutfak camında bir gürültü olurdu kimi zaman; bir türlü israf edilemeyen, cam dışına konulan ekmek kırıntılarına üşüşen kuşların patırtısı hazırlanmakta olan yemeğin hengamesini bastırırdı.
Kocaman, yukarı doğru açılan pencereleri dar sokağa bakan oda gündüzleri serin olurdu, kapısı hep kapalı, akşam olup uyku saati geldiğinde iki kanatlı kapı açılır sobanın sıcağı odaya verilirdi. Uyumadan önce çatıya çıkılır, o zamanlar bugün olduğundan çok daha değerli olan köprünün ışıklarına bakılır, yıldızlara bakmış gibi mutlu uyunurdu. Kocaman pencereli odanın kocaman aynalı dolabının kapısı açıldığında kesif bir parfüm kokusu yayılırdı odaya, yıllarca biriktirilmiş, dibinde parfüm kalıntıları kalmış onlarca minik parfüm şişesinden. Aynanın önündeki çoğu yeşil taşlı küpeler o kokuyla daha bir çekici gelirdi bir kız çocuğuna.
Kimi yaz geceleri sinamaya gidilirdi kuzguncuk’ta. Cumbalı hamamlı evden yürüyerek on dakikalık mesafede bir açık hava sineması, çevre evlerin camlardan filim seyrettiği sinemalardan. Ben bir tanesinde çok ağlamıştım, eve dönerken, yolda bile ağladığımı hatırlıyorum.

Duvarda bir çerçeve içinde üniformalı bir asker, tüm vakarına, sessizliğine rağmen, evin hanımı her daim ona söylendiği için evin sorunlarından uzak kalamazdı. Hanım söylenirdi ama her bayram ve de bizim bilmediğimiz zamanlarda kuzguncuğun tepesinde yatan askeri ziyarete giderdi.
Artık beraber olacaklar.
Ben her unkurabiyesi yediğimde onu düşüneceğim.

surlarda susanlar



Herhalde bu şehrin belki de tek yeşilik alanları mezarlıklar olacak birgün. Sadece anı sanı belli büyük alanlara yayılmış mezarlıklardan bahsetmiyorum, kimi zaman bir caminin bahçesinde, kimi zaman bir sur dibinde karşımıza çıkan o ufak mezarlıklar da birer küçük vaha gibiler şehrin ortasında. Bugün bir kaç tanesinde durdum, dinlendim. Ayvansaray’dan şehre girince Atik Mustafa Paşa camiinin bahçesinde bir küçük mezarcık. Cami’nin bir bizans kilisesinden devşirme olduğu aşikar. Biraz yukarı doğru çıkıp mahkeme Külhanı sokağına girince, insanın şöyle bir geri dönüp Halice bakası geliyor, bakınca da üç nufuslu bir mini mezarlık ile karşılaşıyor. Sıkışık düzende yapılaşmış mahalleye etrafındaki ağaçlar ile nefes aldıran üç taş. Biraz ilerde şehrin diğer bir kapısı: eğri kapı, bizans döneminde ki adıyla: kaligaria. Kapının hemen dışında bir sahabe türbesi, ve sura bitişik onlarca mezar, hemen yanından geçen otoyola inat yeşillik, çiçeklik.

9 Kasım 2007 Cuma

em hemu hrantin


Surlarda, hala, bu devirde her kapının bir kahyası varmış, şehrin ortasında, iki sur arasında roka yetiştiren ve hala toprak adamı olarak hayatlarını sürdüren, nesillerdir istanbullular varmış, çingeneler hiç de otantik değillermiş, şu anda istanbul’da yaşayan bir çok kişiden daha gelişmiş bir türkçe konuşuyorlarmış. Nişantaş’ında şahane bir haute couture salonu varmış, kıyafetler duruma göre, ufak bir rötuşla tesettür formunu alabiliyorlarmış. Daha binbir hikaye; edirnekapı’da kocası büyükada’da faytonculuk yapan kendisi sura nazır yaşayan, ağzından çıkan her lafla kendi güldüğü gibi çevresindekileri de güldüren Cevriye hanım favorim. Ama bugünlerde canım çekmiyor bu keyifli istanbul hikayelerini dillendirmek.
Benim siyasiliğim mahallemden ibaretti, mesele geldi dayandı mahalleme, bakkalda, meyhanede, kahvede muhabbet edemez olduk, en yakınlarım karşıda durur oldular, o yüzden keyif yapamıyorum. Benim “şans” dediğim diğerleri için “suç” oldu.

Evimde, girişte, “hepimiz hrant dinkiz” elafişi duruyor o günden beri, öylesine oraya konulmuş, bugün emlakçı gelmeden kaldırdım. Arat Dink çoluğu çocuğu toplayıp Belçika’ya yerleşmiş, yerleşir tabii, benim gibi elafişini bile ortada bırakmaktan korkanlar oldukça. Pardon arat.

Cevriye hanım’ı yazıcam ama. Kapı kahyalarını keza.

4 Kasım 2007 Pazar

pembe camii


Nurtepe'de(kağıthane) bir camii var, muhtarlığın tam karşısında, hansel ve gratel masalından fırlamış hissi veren, pembe, pespembe

istanbul'da sonbahar


sonbahar benim istanbul'la aramın bozulduğu bir mevsimdir. Şehir bu mevsimde bana pek iyi davranmaz. Girdiğim yollarda trafik tıkanır, şemsiyemi evde unutup sokağa çıktığımda yağmur yağar, bastığım kaldırım taşları yerinden oynamıştır ve genellikle içlerine çamurlu su dolmuştur. Dolayısıyla son günlerde şehir üstüne hiç yazasım yoktu. Kasım geldi geçiyor bile, karanlık ve kısa günlere alıştım, aramı düzeltmeye çalışıyorum şehirle

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...