18 Temmuz 2008 Cuma

büyükada


Şehir su ile çevrili olduğu için, anakara ile arasına su giren uzantıları var. Tuhafıma gidiyor, kentin su ile ayrılmış semtleri, adalar. Her istanbulu’nun illaki bir vesilesi olur adaya gitmek için; bir ahbab, bir piknik, bir cenaze, bir adak, olur da olur. Benim ilk vesilem kimya dersi idi, sevimsiz yani. Hoca şahaneydi ama, hem güzel hem hoşdilli, madam Stella. Adadaki bahçesinde ders yapmıştık bir yaz, çay, bisküvi ekstradan. 
Büyükada Meydanı’nın şaşırtıcı kalabalığına doğru yürürken babam “benim için ada böyle bir şey değil” dedi, “sokaklarında bir ya da iki kişi, olmalı”. Benim ada fikrim öyle değil. Sınırlı bir mekan olduğu için, toplanma yerlerinde, oğul uşak bir kalabalık arıyor gözlerim. Buluyorum da. Ama bulmayı beklemediğim, zamanın durduğu, görgü kurallarınının yasaklarla karıştığı, bütün gece içerden bir jöntürk eskisinin çıkmasını beklediğim o mekandı. Ağaçlar belli ki geçen yüzyıldan kalma, ama ya yan masada oturan geçkin hanım da mı hiç şehre inmemiş bir yüzyıldır? Akşam yemeğine “inmek” için artık bu kadar şık ve zarif olunması gerekmediğini kimse söylememiş mi ona? Açık havada tavla oynamanın, bebek arabası sokmanın, çocukların bahçede oynamasının yasak olduğu mekana tam söylenecekken bir baktım, büyük ekran televizyon yok ortalıklarda, tam da kupa zamanı, üstelik bir de kullanılmayan, bomboş salondan, chopin ezgileri duyuluyor. Söylenmekten vazgeçtim, salonun kapısından geçtim, tüm o kurgu bilim filimlerindeki zaman tünellerine benzeyen. Diğer tarafta, oturup kalkmalar, gülümsemeler, selamlaşmalar büyük avizeler, geniş ayna, piyano ve onu “ses çıkarmadan” çalmaya uğraşan kız, herşey zamanın bir yerinde durmuşlardı, eskimeden, tozlanmadan. 
Dışarıdan seslendiler “son vapur kalkıyor, çabuk ol”. 

10 Temmuz 2008 Perşembe


Sardunyalara bakıyor olmalı, tam karşısına denk düşüyor Çiçek Pazarı’nın sardunyaları. Ben o gün üç saksı sardunya almıştım tam da oradan. Hepsi kırmızı olsun diye uğraşmıştım, olmamıştı, sonra gidip kuzenin penceresine koymuştum, o evde yokken. 
Bu büyük, çarşı çevresindeki camilerin çeşmelerinde hiç eksik olmaz abdest alanlar. Hayal etmeye çalışıyorum, nasıl araya giriyor bu ibadet? Torbalarda domates peynir var gibi görünmediğine göre, belli ki Eminönü’nde, biraz arka sokaklara geçilmiş, belki de bursa pazarından perdelik kumaş alınmış, hanım metre hesabı yapmakta, ya da çarşıda altın bozdurulmuş, aşağı inerken çocuğa öteberi alınmış, belki de görümce nişanlanacak, Mahmutpaşa’dan bohça alışveri yapılmış, bey pek sıkılmış terlik, sabahlık seçmekten, bir havalanası gelmiş. “Dur hele bir hanım, pek bir yorulduk, ben ikindiyi şurada kılayım” mı dedi? Mahallede olsalardı, gider miydi camiye, yoksa Yeni Cami’nin ihtişamı, serinliğimi yoldan çevirdi adamı? Hiç emin olamıyorum amaç ibadet mi, yoksa otobüse binmeden bir ayak serinletmek mi? Ha bir de şunu merak ediyorum, neden ben, belli ki mahremiyete önem veren bir ailenin erkeğinin, şehrin en kalabalık, her çeşit insanın geçtiği bir noktada, ayaklarını yıkadığını, sümkürdüğünü görüyorum?

“Şart mıydı yani şurda durmak, mahallede kılardın namazı, ne fazlası var şu yeni caminin bizim mahalledikinden. Islatıcan yine çorapları, amaaann neyse, ne halin varsa gör. Hazır şuraya gelmişiz gel iki sardunya alalım kapıya, beyazları sevmem, pembelerden, kırmızı da olur. Önümüz bahar, yarın öbür gün masayı da çıkarırız kapıya. Akşam mis kokar çiçekler. Mangal yakma ama, geceleri leş gibi rakı kokuyorsun. Yakışıyor mu sana, ibadetinde adamsın. Taksi tutsak bari, çanta ağır, taşınır gibi değil. Hah otobüste kaçtı zaten, Yaaasin, bak kime diyorum, hadi ama”

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...