17 Eylül 2008 Çarşamba

Yağmur


Sigarasını yakan cama çıktı sokakta, pek mutluyuz. Yazın uzatmaları oynadığı bu mevsimde artık mazgallardan gelen koku çekilmez bir hal halmıştı. Ayrıca kedi beslemenin, yemek artıklarını sokağa fırlatmak sananlar yüzünden, sıcaklarla beraber hoş olmayan görüntüler ve kokular çöpçülerin başedemeyeceği bir aşamadaydı. Ama yine de bir istanbullu’nun sonbaharın ilk şimşek çakması ile kendini keyifle cama, balkona, olmadı sokağa atmasının sebebi, lodostan yılmış olmasıdır sanırım. Yağmur bir kahraman gibi gelir şehre, zihinleri lodostan kurtarır, açığa çıkartır. Sokağa bu akşam da böyle, bir kahraman gibi girdi yağmur, sevindik. Oysa bu sokakta her yağmur yağdığında, ihtimal çoğu evin sağı solu akar, benim ki aktı misal, olsun varsın, değil mi ki lodosu dağıttı, hoşgeldi. (fotoğraftaki yağmur tabii ki sokağıma yağan bir yağmur değildir, bir başka yerde, bir başka senenin ilk yağmurunun fotoğrafıdır, lakin o sabah da, aynen bu akşam hissettiğim serinliği, temizliği hissetmiştim)

12 Eylül 2008 Cuma

tank sesiyle uyuya kalmak



Kırk yaşındayım ve 28 senedir bu ucube anayasa ile yaşıyorum. « Ajans » ı almanın bile siyasi sayıldığı bir gençlik yaşadım. Kimse yakınının radikal olmasını istemezken, dengeyi bulanların iyi karakterli sayıldığı, fikirlerin çok da kutsanmaması gerektiği, «siyasi görünümlü sosyal parçalanmalar» ın yaşandığı bir dönemde «çatışmayan» bir birey olarak büyüdüm, büyümekle kalmadım, yetişkin oldum. Yani şahane bir 12 eylül ucubesiyim. Benim 80’den önce hiç arkadaşım ölmedi, ama benim değil fikri için, aşkı için bile ölecek bile arkadaşım olmadı, biz abartmamayı öğrendik, biz ortada durmayı öğrendik. Duyduğumuzu öğrenmeyi, öğrendiğimizi fikre dönüştürmeyi, fikrimizi seslendirmeyi, gerekirse kavga etmeyi dengesizlik, ruhsal bozukluk diye bildik. Aynı mevzuu üzerinde iki üç cümleden fazla laf edenleri, lafı uzatanları « sağlıksız » bulduk.
Ben 12 eylül’ün fiziksel acılarından bahsedecek yaşta değilim ama mağdurum. 

Ayrıca bu gece televizyonda çok konuştu abiler, o taraf bu taraf.. ben baktım altmışından sonra bile hala yakışıklı olanlar solcular. 

11 Eylül 2008 Perşembe

"Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar”


Bu şehirde deniz ve demir yollarına karşı olan cinlerin varlığına ciddiyetle inanmaktayım. Herhangi bir devlet ya da yerel yönetim bir şehre böylesine bilinçli bir kötülük yapamayacağına göre olsa olsa karayolları cinleri ulaşımın bunca zor olduğu bir şehirde denizin ve demiryollarının kullanımı engelleyebilir. Yıllardır şaşmaktayım; deniz kenarında oturan iki insan nasıl olur da birbirlerine ulaşmak için rakım yükseltmek, trafiğe girmek zorunda kalırlar? Ben henüz bunu anlayamamışken bir de demiryolu elimizden alınmak üzere. Yeniyi inşa ederken eskiyi yıkmanın ideolojik olarak geçmişte kalmasına rağmen, şehircilik alanında ve bu şehirde hala yürürlükte olmasına bayağı bayağı öfkeleniyorum. Marmaray projesine ihtiyacımız olduğu kesin, ortasından su geçen bu kalabalık şehrin bir tüp geçide ihtiyacı var elbet ama bunun için banliyö seferlerini iptal etmenin, yetmedi, şehrin nadir güzellikte ki binalarını yıkmanın manası var mıdır? Diyelim vardır, biz anlamıyoruz, niye haberdar edilmiyoruz tüm bunlardan? Aralık 2008’de Haydarpaşa’dan hareket eden banliyö seferlerinin iptal edileceğinden neden haberimiz yok? 
Büyük kentlerin alternatif yollara ihtiyacı vardır, yenileri icad etmek, eskilere alternatiftir, hadi diyelim moderniz, o zaman da eskileri yenilere alternatif olarak korumalıyız diye okuyabiliriz durumu.
Haydarpaşa yolların başlangıcıdır, Bağdat demiryolunun, alman emperyalizminin, Hicaz demiryolunun, “karşı” banliyönün ilk durağıdır. Daha da önemlisi Ankara’nın en güzel yeridir, değil mi ki Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönmektir ve Ankara’dan İstanbul’a dönülse dönülse trenle dönülür. Koridorda ilk çan küçükyalı’da çalınır, sonra tren yavaşlar, kondüktör Bostancı’dan Haydarpaşa’ya kahvaltı edilecek kadar zaman bırakacak yavaşlıkta sürer, banliyö trenleri hızla yandan geçer. Haydarpaşa’ya inildiğinde şehirde hayat çoktan başlamıştır, trenden inip iskeleye, hergün o iskelede vapur bekleyenlerin arasına –biraz da utanarak- katıldığında anlarsın, şehre geç kalmışsındır. Karaköy, Kadıköy ya da Eminönü’nde yakalarsın az sonra.

Haydarpaşa bu şehirden yok olursa ben kendi adıma çok üzüleceğim, çünkü;
- ergenliğimde beni ilk aşkıma ulaştıran otobüs her akşam Haydarpaşa’dan yedi on’da kalkıyordu.
- okul kırdığımda kıyafet değiştiribilecek nadir temiz yerlerden biri Haydarpaşa garının tuvaletiydi.
-Kaldırım serçesi ve şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım bir Bertrand Russell’ı Gar’ın kahvesinde bitirdim. (farklı zamanlarda tabii)
- ilk gençliğimde beni ilerdeki bir banliyö istasyonunda karşılayacak birinin olduğunu bilerek trene binmek çok heyecan vericiydi.
- Hatay restorana gitmenin en kısa yolu Haydarpaşa’dan trene binmekti. 
- memlekette bir kadının tek başına huzursuz olmadan, meşruiyete ihtiyaç duymadan rakı içebildiği tek mekan vagon-lit’nin restoranı Haydarpaşa’dan hareket eder.

Ama tüm bunların bir şehir için önemi yoktur ve zaten artık bahar Haydarpaşa garı büfesine gülden güzel kokan Arnavutköy çileği ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarası ile gelmemektedir.

“Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği
ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir
Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar”
N.H.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Küçük hikayeler III "Kadırga'da Kabala"


“Herşeyi anlayacağız diye bir şey yok” der bir ahbabım sıklıkla. Haklı ama bazı şeyleri de merak etmeden duramıyor insan. Kadırga’da bir mahalle bakkalının adının kabala olmasının nasıl bir manası olabilir? Ne yani kadırga’da kabalacılar yaşıyor ve bunu bakkal adı olarak bile ilan mı ediyorlar? Ya da Madonna çaktırmadan Kadırga’da eski evler mi almaya başladı?

8 Eylül 2008 Pazartesi

Gardmalad apartmanı




 Yıllardır o aydınlık, gepgeniş sokakta, upuzun, sessiz, yıkık duran bina doğruldu, sırlarını hala açık etmiyor ama, şehre geri döndü. Tomtom kaptan sokakta, “gardmalad apartmanı” diye adılan metruk bir binaydı. Yani hastabakıcı hemşireler apartmanı diye anılan lakin, bildiğim kadarıyla henüz hemşirelerin izine rastlanılmayan bir bina. Kırklarda ellilerde levantenlerin yaşadığı, bir çok dairesinde Glavaniler’in oturduğu, ön cephesi İtalyan konsolosluğu’na arka cephesi Fransız Sarayı’na bakan, her katında 12 oda bulunan dört katlı, örümcek bağlamış, terkedilmiş bir yapıydı. Şimdi Tomtom Suites olmuş adı. Her ne kadar bu şehirde “suites” lafının tam olarak neye karşılık geldiğini anlayamamış olsam da güzel olmuş. (fotoğraflar sırayla; mayıs 2005, nisan 2007, eylül 2008'de çekilmişlerdir)

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...