21 Aralık 2009 Pazartesi

markiz versus yemek kulübü


Dengesi şiddetle bozuldu bugün şehrin. Tüm sosyal bilimler yazar; coğrafya ve iklim sosyal yapıyı belirler. Sosyal yapı zaten dağılmış vaziyette, lakin benim bu durumun lafını edecek halim kalmadı, dün gece kar, bu sabah bahar, öğleden sonra sıkı soğuk, bu gece pis yağmur, şehirlilerin salim kafada hayata devam etmesini beklemek haksızlık olur. Arada.... yok.. yok... sıklıkla üstümüze sıkılan bibergazını da eklersek kimse beklemesin bizden dünya işlerine ortak olmamızı. Ben çıktım oyundan en azından. Gördüklerimin halüsinasyon olduğunu farzediyorum, lodos geçtiğinde herşey eskisi gibi olacak diye düşünüyorum. Mesela Markiz pastanesi yemek kulübü olmamıştır herhalde, o mekan bir restorana elbet dönüşmüş olabilir, ama markiz adını camdan silmiştir en azından, silmemişse, üstünde manhattan imgesi gökdelenlerden bir logoso yoktur tabii ki.
Markizle ilgili en küçük bir anım yok tabiiatıyla, yaşım tutmuyor, hatta Darty’den bilmem kaç liralık alışveriş yapana markizde bir kapuçino kampanyası bile kötü gelmemişti kulağıma, ama bu fazla geldi.

tünel meydanı


Şehrin en butik, en zarif meydanına, etrafta ne olup bittiğine hiç bakmadan, kötü bir reklam ajansına yaptırılmış, kartondan tanıtımını koyarsan başına gelecek budur başkan.

12 Aralık 2009 Cumartesi

"bayramımız var"dı


Çok olmadı bir buçuk ay önce evimden iki sokak aşağıdan, bir pazar sabahı davul zurna sesi gelmeye başladı, henüz kilisenin pazar çanları çalmamıştı, o kadar erken. Bünye bu durumlarda kendine hakim olamıyor tabii, koşarak aşağıya indim. Küçük bir çıkmaz sokakta –paranoyaklık dizboyu, adını yazamam- ekip kurulmuş, davul, zurna ve halay çeken kadınlar, ve elbet her camda bir başka kadın başı, kimi sevinçli, kimi umutsuz ama hiç biri umursamaz değil. Mahellenin o kısmı düğün dernek için sıklıkla kullanılan bir mekandır, o yüzden başta gece kurulacak bir düğünün kınasıdır, gelin çıkarmasıdır diye düşündüm. Sonra baktım ne gelin var ne damat ve en önemlisi davul zurnacıdan başka erkek bile yok, sadece kadınlar, omuz omuza vermişler halay çekiyorlar, sanki biraz görev gibi. Sordum çocuklara “ne iş?” bayramımız var” dediler. Uzatmadım, yürüdüm gittim, boğazkesen yokuşunu inerken “yahu pazar pazar ne bayramı, katolik mi bunlar” diye kendi kendime söylenirken, aydım, bir gün evvel haburdan çocuklar girmişti içeri, halay çeken kadınların çocukları, yeğenleri, yavukluları. Yok dedim, olmaz öyle, onun için sokak ortasında halay çekmez kadınlar. Mahalleden her gün beni “başım gözüm üstüne” diyerek selamlayan komşuma sordum ertesi gün; “bu mudur” diye, “budur” dedi. O sabah bırak memleketi, bu şehirde kaç kadın halay çekiyordur diye düşünmeden edemedim. Yahu dedim bir kadın uluorta, gündüz gözüyle halay çekiyorsa gerçekten ama gerçekten sevinmiş demektir, kendi evinin önünde kameramanlar, fotoğrafçılar olmadan çekiyorsa hele o halayı siyaset umurunda değildir, bir şeyler yarasına merhem olmuştur, acısı dinmiştir de ayaklanmış, benzerleri ile omuz omuza gelmiştir.
Dün gece haberleri öğrendikten sonra ilk aklıma gelen o kadınlardı, o sabah halay çeken kadınlar yarın sabah ne yapacaklardı?

10 Kasım 2009 Salı

Surp giragos kilisesi


Ersilia’da oturanlar kentin yaşamını ayakta tutan bağları belirlemek için evlerin köşeleri arasına, renkleri akrabalık, takas, otorite, temsil ilişkilerine göre değişen, beyaz veya siyah veya gri veya siyah-beyaz ipler gererler. İpler artık aralarında geçilemeyecek kadar çoğaldığında çekip giderler. Evler parça parça sökülür; ipler ve dayanakları kalır yalnızca. Ersilia’yı terk edenler tüm ev eşyalarıyla konakladıkları bir tepenin eteğinden ovada yükselen kazık ve ip kargaşasına bakarlar. Erselia kenti hala odur, kendileri ise bir hiç. Ersilia’yı başka yerde yeniden kurarlar. Eskisinden daha karmaşık olmakla birlikte kurallara daha uygun olmasını istedikleri aynı şekilde dokurlar iplerle. Sonra onu terk eder, kendilerini, ve evleri daha da uzaklara taşırlar

Bu şehirde Calvino okurları Görünmez Kentler’i okurken tabii ki İstanbul’u okur gibi olurlar, kimi zaman benim başıma da geldi. Ama ben Diyarbakır’ı da görünmez kentleri de geç bir yaşımda görüp bağlanıp ikisini bayağı bayağı birleştirdim. Eski sevgililer gibi akla düştüğünde kalp çarptıran şehirler var benim hayatımda. Hani derler ya bir elin beş parmağı kadar, hah işte onlardan Diyarbakır. Bir akşam üzeri şehrin hiç olmaz bir yerinde, manzarasız, ufuksuz, bildiğim imgelerden hiçbirinin olmadığı köşelerinden birinde havayı içime çektim, kalbime kaçtı, kaldı orada. Sonraları Mardinkapı'dan çıkıp Dicle'ye yürürken, Dağkapı'da ofise gitmek içim dolmuşa işaret ederken, Bağlar’da nöbetçi eczane ararken kısa sürede, küçük anlarda oralı oldum.
Mardinkapı’da güneş batışını göreceğim diye sur üstüne çıktığımda
Ofiste italyan restoranına gittiğimde
Lise duvarında “neden ben gülüm” yazısını gördüğümde
Belediyede, sivil toplum örgütlerinin ofislerinde bizim buralarda “geçti artık” dediğimiz tedirginliği yaşadığımda
Kaderine bırakılmış, çatısı açık kilisede
Adamların bakışlarının umursamazlığında
Kadınların güzelliğinde
Oralı oldum
Şehirde en çok zaman geçirdiğim mekan orasıydı, adını bilmiyordum, adı sanı yoktu kapısında, kapısı da yoktu, ama insanoğlunun her gün rastgelebileceği yapılardan olmadığı belliydi. O şehirde el atılmış, “özen gösterilmiş” yapıları gördükten sonra o kilisenin restore edilmemesi, yüce devletimiz tarafından ihya edilmemesi için kendimce dua ettim. Bugün öğrendim ki restorasyonu başlamış, ilk etap çatısının kapatılması imiş, devamı için sponsor arayışı içinde imişiz.
Surp Grigaros kilisesi, ortadoğu’nun en büyük ermeni kilisesi. Hikaye uzun; 1515-18 yıllarında orada bulunan bir kilisenin camiye dönüştürülmesi sonucunda mezarlık içinde bir bina inşa edilmiş, zamanla metropolit bir kilise halini almış. 1700’lerde, sonra 1800’lerde yangın, yıldırım derken bayağı tahrip olmuş, doğa yeterince yok edemeyince 1914’de top ateşiyle neredeyse yokedilmiş. Yokedilenler arasında zilciyanların döktüğü 3 metrelik 24 ayar altın haç da varmış. Birinci dünya savaşında almanlara karahgah, sonrasında Sümerbank’a bez deposu olmuş kilise binası şimdi restorasyona giriyor. Çok korkuyorum. Çekül’e, Sur belediyesi’ne kişisel olarak çok güveniyorum ama bugünlerde siyasi pazarlık çok, yapıların, taşların açılıma kurban gidebileceği konusunda ciddi endişelerim var. Taş işi kolay değil, o taş ustaları elbet cennetteler, dilekleri kabul olur, dikkat etmek lazım.


6 Kasım 2009 Cuma

park ve bahçeler


Ben çok parkçı değilim, şu manada; Pazar sabahları kahvaltısı için şehrin manasızca yeşil bırakılmış yerlerinde menemen yerken saçıma giren dalın hangi ağaca ait olduğu üzerine polemiğe girecebilecek bilgiye sahip değilim, ayrıca hangi mevsimde çıkacağı belli olmayan bir allerjim var, ağaç böceklerine karşı çantamda ilaç taşıyorum. Ama bir süredir bu şehirde mahalle parklarının pek temiz ve uyumaya pek uygun olduğunu farkına varmaktayım. Yıldız parkı, emirgan, hidiv kasrı filandan bahsetmiyorum, Kağıthane'de, Tophane'de, ayaküstü simit yemelik, on dakika uyumalık, az ağlamalık, biraz kafa dinlemelik o küçük yerlerden bahsediyorum. Bir süredir bu şehrin park ve bahçeler müdürü olan adam beyoğlu’lu ve orman mühendisliği mezunuymuş. Beşiktaş’tan gelip Karaköy’e giden arabalara bakarken, ihtiyar, geveze bir çınar gölge ederken, temiz bir bankta oturup, yan bankta ağır mahalle dedikodusu eden amcalar mini eteğime laf etmezken uyuya kalabildiğim için park ve bahçeler müdürüne ve bana ilham veren yan bank komşuma teşekkür ederim.

insan neyle yaşar


Politik bir iş diye sunuldu bu bianel, Brecht’in, Marx’ın fotoğrafları bolca dağıtıldı basına tanıtımı yapılırken. Gariptir pek heves etmedim bu sefer bianele ama bugün sanat ya da siyaset dışında başka bir sebeble önce antrepoya sonra tütün deposuna gittim. Oysa en çok gitmek istediğim feriköy rum okuluydu, kısmet. Bu mevzularda geri kafalı olduğum malum ama bu kadar da duyarsız değilimdir herhalde, bir tane bile sinir uçlarıma dokunan iş olmaması orada kocaman bir bienal dururken sadece benim körlüğümden kaynaklanıyor olabilir. En heyecan verici görüntü kapıda güvenliğin, insanların çantalarından alıp üstüne gazlı kalemle isim yazdığı 0,5lt’lik su şişeleriydi. “İnsan neyle yaşar?” sorusunun bulunduğu bir kapıda insanların elinden suları alınıyordu. Tuhaf çok tuhaf. Bu bir iş değilse gerçekten tuhaf.

15 Ekim 2009 Perşembe

endişe


Endişe sözcüğünü neredeyse hiç kullanmam, neredeyse, gündelik hayatımda yeri pek yoktur, yoktu. Dün gece aniden, kardeşimle telefonla konuşurken, kendiliğinden çıkıverdi ağzımdan. “bir şeyim var, tam bilemiyorum ne olduğunu, endişeliyim hep” deyiverdim. Aslında ruhsal, kişisel bir sorunum olduğunu düşünerek kullanmıştım bu kelimeyi, ama “sorun da bu işte, memleketçe böyle bir ruh halinde yaşar olduk” dedi sevgili kardeş. Bitti, vallahi bitti kişisel sandığım, hemen ertesi gün bir doktora görünmemi gerektiğini düşündüren endişem. Oysa ne güzel de bulmuştum sıkıntımın adını; endişe. Hala endişeliyim, hatta kimi zaman korkuya dönüşüyor. Ben her zaman akıl bozan şeyleri okumaya ve ardından derin endişelere düşecek zamanı olanlardanım. Bu zaman onlardan biri değil, telefondan önce sivil toplum üzerine düşünmüş olduğum ya da Birleşmiş Milletler Habitat danışma kurulunun İstanbul’un raporunu öfkeme hakim olamayıp yarım bıraktığım için değil endişem. (okunsa iyi olur yine de http://www.unhabitat.org/content.asp?typeid=19&catid=282&cid=3480). Kendimi zorluyorum gündelik mevzularla ilgilenmemek için, kendimi önemsiyorum ya, boşvermeye çalışıyorum bugün olanları, gördüklerimi tarihin içine koyuyorum, ufaltıyorum, böylece canım yanmıyor. Temel metinleri ilaç olur, dünyayı büyütür, endişemi azaltır, beni önemli dünyayı önemsiz kılar diye başucuma koyuyorum, “Bir yerde suç varsa orada adalet yoktur” (Platon) cümlesini okuduktan sonra uykuya dalmadan hayal ettiğim Atina’da söz söyleyen bir adam değil Ceylan’ın gözleri oluyor. Yıllarca türkçe sözlü hafif müzik dinledim, hadi namusumla diyeyim, arabesk dinledim, uzak duruyorum bugünlerde, çalışabilmek, günü düşünmemek için. Frankofon entellektüel olmanın şartlarını yerine getirmek adına Brel indiriyorum Limewire’dan, adam bağıra bağıra on n’oublie rien on s’habitue C’est tout (hiç bir şeyi unutmuyoruz, alışıyoruz, olan bu) diyor. Bacağımdaki meymenetsiz yarayı bahane ederek Hrant’ın mahkemesine gitmediğimi ve gece hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Üstelik alışamadım bile onun ölümüne, mahkeme en istediğim şekilde bile sonuçlansa ben başedemeyeceğim bu mevzu ile, hele o gün, mahkeme bittiği gün öyle bir yas çökecek ki memlekete, başedemeyeceğiz Hrant’ın yokluğu ile, yerine kimseyi yetiştirmedi bu memleket çünkü.
Endişe diyordum, evet endişeliyim. Yahu ülkesini sevmeyen parti başkanı olur mu? Evimde kıyma kavururken biber gazı yediğim bir şehirde yaşıyorum adam hala kişisel kavga yapıyor, benim böyle bir lüksüm kalmamışken.
Okumak olsa olsa öfkeyi dindiriyor endişeyi değil.

16 Eylül 2009 Çarşamba

kentsel dönüşememe



Tüm çıkan kanunlara onay vereceğiz diye bir şey yok ama bazılarına gerçekten tahammül edemiyorum ; misal 5366 sayılı « yıpranan tarihi ve kültürel taşınmaz varlıkların yenilenerek korunması ve yaşatılarak kullanılması » hakkındaki kanun. Şehre ve tarihe tutkulu bir insanın başlığı okuyunca heyecanlanması, destek vermesi gereken bir kanunmuş gibi gözüküyor, ama iş öyle değil. Bu kanun gerekçe gösterilerek kentsel dönüşüm adı altında dönüşü olmayan yollara sapılmakta bu şehirde bir süredir. Bu kentsel dönüşüm lafı ilk çıktığında mucitlerinin iyi niyetli ve beceriksiz kişiler olduklarını düşünüyordum. Vazgeçtim uzun süre önce bu düşüncemden, mesele belli ki bayağı bayağı siyasi, kötü niyetle hazırlanan projeler şehrin sahiplerini şehrin dışına çıkarmayı hedefliyor. Eskiye tahammülsüzlükten hüküm giyeceğiz topluca, tahta döşemeleri söktürüp kalebodur döşeyen zihniyetten hiç bir farkını görmüyorum bu « yenileme » projelerinin.
Fatih Belediyesi bünyesinde halen gündemde olan dört proje var ;

Fener- Balat Semtleri Sahil Kesimi Yenileme Projesi
Neslişah Ve Hatice Sultan (Sulukule) Mahalleleri Yenileme Projesi
Ayvansaray Mahallesi Canlandırma Amaçlı Yenileme Projesi
Kürkçübaşı Mahallesi (Bulgur Palas Çevresi) Yenileme Projesi

Bu dört bölgeyi de nacizane biliyorum, gerçekten el atılması gereken binalar, tehlike arzeden ahşap yapılar olduğunu elbette görüyorum. Tek tek ele alınarak halledilecekken, böylesine topyekün bir « dönüşüm » çabasının arkasında ben bir kentseverlik göremiyorum bir türlü. Yok yok beceriksizlikle açıklanamayacak kadar büyük projeler, kentsel deneyler bunlar.
Bu projelerde beni en çok eğlendiren de hepsinde bir meydan eksikliği telaşının izleri. Kim talep ediyor bu meydanları ? Bu şehrin insanlarının meydanlardan korktuğunu, devletin meydanlara ateş açtığını, meydanların heykeller için olduğunu bilmiyor muyuz biz sanki ?

« Ayvansaray’ı canlandırma » derken ne kastediliyor kimbilir. Bilirkişiler önce bir tekstilkent’i, toki köylerinin sessiz sokaklarını canlandırsalar, Ayvansaray başının çaresine bakar, sokakları yeterince, hatta fazlasıyla canlı zaten (bkz : http://dilruba-dilruba.blogspot.com/2008/12/ayvansaray.html)
« Mahalle kültürünün her yönüyle yaşanabileceği » 279 bin 345 metrekare kentsel sit alanı olarak ilan ediliyor, ihale veriliyor, imza atılıyor, ortaya çıkan proje gerçekten etkileyici, ayvansaraya yolu bir kez bile düşmüş birinin içini acıtır bu resim.


Mahalle dediğin öyle proje ile oluşabilecek bir şey değil maalesef, katman katman, içinde yaşayanların gündelik hayatının ördüğü, yavaş yavaş oluşan, ani değişimlerde yokolan bir kavramdır. Sulukule gözümüzün önünde tarihe karıştı, mahallenin son günlerinde, 4-5 aylık yeğenimi götürdük Sulukule’ye, sanırım büyüdüğünde rahatlıkla eşine dostuna Sulukule’de, kapısının önünde canı sıkıldığı için keman çalan çocukları gören son kişilerden olduğunu söyleyecek. Romantik kısmını dillendiriyor olmam gerçeği bilmiyor olmamı gerektirmiyor, herkes biliyor dönüşüm adı altında yıkım yaptıklarını, zor ve emek isteyen bir yolu seçmek yerine en sıradan, kolaycı yolun seçildiğini. Belediye bir de anket yepıyor internet sitesinde, bugün itibariyle sonuç şöyle ;

Neslişah ve Hatice Sultan Mahalleleri (Sulukule) yenileme alanı projesini destekliyormusunuz?
(imla hatası bana değil belediyenin internet sayfasına aittir)
Destekliyorum 20711 78%
Desteklemiyorum 4566 17%
Fikrim yok 1038 3%

Beni en çok etkileyen « fikrim yok »cular. Yahu olur mu öyle şey ? Koca İstanbul’da bu konuda fikri olmayanlar, olanlanlardan tabii ki çoktur. Keşke tek yalnış bu olsaydı bu ankette.

Fotoğraf Ayvansaray’da o canlandırılması gereken sokaklardan biri olan Toklu İbrahim sokağında çekilmiştir

4 Eylül 2009 Cuma

kütüphane


Birden fazla kere alınan kitaplar listesi sadece bende yoktur diye tahmin ediyorum, bazı kitaplar bir kaç kez alınır, ben aldım. Bazı kitapları diğerlerinden daha çok sevmeye, henüz kitap-nesneye bağlılık geliştirmediğim zamanlarda, sevdiğim kitapları paylaşma arzum vardı, dağıtttım. Dolayısıyla hayatımda önemi olan kitapların sahip olduğum ilk baskılarını kaybettim. Hep yenilerini aldım, tekrar, takrar. Zamanla kütüphane de benimle beraber büyüyüp, kitaplar nesneye dönüşmeye başladıkça “dışarıya parça vermez” oldum. Hele de o değerlim olan kitapları. Bu aşamada aynı kitaptan bir ikinciye sahip olma gerekliliği kısa ya da uzun süreli mekan değişimlerinde başgösterdi. “O kitapları” o kadar evden dışarı çıkaramaz ve o metinlerden o kadar ayrı kalamaz oldum ki gidilen her yerde bir yenisi gerekti. Tuhaf bir rahatsızlık, yalnız olmadığımı biliyorum, bu beni bir nebze rahatlatıyor.
Geçenlerde bir dostum; arabamı, kredi kartımı, zamanımı istese gözümü kırpmadan vereceğim bir tanesi, bir hafta sonu için Hüseyin Rahmi’nin Metres’ini istedi. İlk baskı da değil hani, atlas yayınevinin bastığı o renkli kapaklı baskılardan, bir saniye düşünmeden “hayır veremem” dedim. Sonra kendim bile şaşırdım kendimden bu kadar emin olmama.
Bu değerli, bir türlü ayrılınamayan, tekrar tekrar alınan kitapların sayısı her geçen gün arttı, zaman içinde kontrol kaybedildi. İlklerini çok iyi hatırlıyorum tabii; Justine (bu da çok ahlaklı değil ama Sade’ınki de değil), Yağmur Kaçağı (ilk sarhoşluklarımda sırf bu yüzden sıklıkla soluğu Sarayburnu’nda alırdım, eski tren yolunun üstünde alkol testi yapmışlığım var), Huzur (Nuran’a benzeyeceğim diye vapurda walkman’le Tatyos Efendi dinleyen tek kadın ben değilimdir herhalde), Mahur Beste (sonra iflah olmadım), Tutunamayanlar (kimi sevsek tutunamayanlar okuyordu bir zaman), Memleketimden İnsan Manzaraları (eh tabii), Aşk-ı Memnu (kitap hırsızlığına bihter başlattı beni), Gülünesi Aşklar (keşke hiç okumamış olsaydım da yarın sabah kalkıp başlasaydım Kundera’ya, ah keşke).
Liste beni güldürdü şimdi, buradan, ne temizmiş-im.
30’undan sonra bu liste uzadı gitti; İkili Tekrar 4 kez alındı, Görünmez Kentler de. Cogito’nun aşk ve osmanlı sayıları 3’er kez. Daha da uzatırım da gerek yok. İlk sayfasında adım yazılı üç ayrı Necatigil toplu şiirleri olduğunu diyeyim de rahatsızlığın boyutu iyice ortaya çıksın.
Geçenlerde bir çocuk, beni hep sabahları gören 7 yaşında bir oğlan çocuğu “niye sen hep okuyorsun” diye sordu. Öylesine, uzaktan, benimle ilgilenmez bile iken. Cevabı bilsem söyleyeceğim. Bekleyemedi tabii cevabımı, “daha çok hatırlamak için mi” deyiverdi. Düşünüyorum hala, bulacağım.

9 Ağustos 2009 Pazar

Rüstem Paşa



Kolay iş değil, Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihribah sultan’ı alıyor, saraya damat oluyor, damatlıktan önce Diyarbakır valiliği yapıyor – ki bugün bile marifettir o şehre valilik etmek- üstüne bir de sadrazam oluyor. Eh bunlar kolay değil, elbet bir koruyucusu var, hafife alınır gibi de değil; Hürrem Sultan. İkisinin biraraya gelip yaptıkları burada söylenir gibi değil, istanbulda rüşvetin meşrulaşması o döneme denk geliyor, o kadarını diyelim. Para kazanılıyor, hanıma, konağa köşke bakılıyor, eşe dosta sofra kuruluyor, dünyalık zaten yapılmış, bu yabancı değil, bizim sadrazamların hepsinin, eşinin dostunun dünyalığı tamamlandı, bize yabancı olan bu paşanın paraya kıyıp, padişahların mimarına cami yaptırması, cami dediğimiz bir kubbe iki minare değil tabii, medresesi, hamamı, dükkanı, dört başı mamur bir “kompleks” (bu lafın türkçesini bulan beri gelsin, lütfen).
1550 tarihli yapı, dışarıdan kare görünse de, içerideki avlu sekizgen. Sinan şakacılığı diyesim var ama utanıyorum, sinan çalışanların heybetten kurtulup, adamın sarayla zarifçe dalga geçmesine varmalarını bekliyorum.

Medrese cumhuriyete kadar çok talebe beslemiş, çok yangın görmüş, depremzede, yangınzede ağarlamış, ben içini son gördüğümde (2005) o sekizgen avlunun etrafındaki odalarda bir sürü genç evlat yaşıyordu, bozuk türkçe konuşan, parasız ve çalışkan görünen. Yapı heyecan vericiydi, içinde yaşayanlar önemsiyorlardı içinde bulundukları mekanı.
3 senedir rüstem paşa medresesi İstanbul İlim ve Kültür Vakfına tahsis edilmiş vaziyette. İçeride ne olduğunu bilemiyorum, bugün istanbul’a gelen bir turist, kare yapının içindeki o sekizgen avluyu göremiyor – ki görmek lazım, huzur bulmak lazım- kapıda zil var, önünde otopark, otoparkın başında ağır abiler var, zili çalmaya yürek ister. Tüm bunlar zamanla geçer, sinan kalır, Rüstem Paşa’nın karapara aklamak için bile olsa böyle bir güzellik yapması kalır diyeceğim ama olmuyor. O yapıya raptiyelenmiş, o prefabrik güvenlik kapısının oraya kondurulmasının imzasını atanı rahat bırakır mı Sinan gece rüyalarında? Diyeceğim ama Sinan da şaşırmıştır herhalde gece kimin rüyasına gireceğini.

24 Temmuz 2009 Cuma

eski çiçekçi


Eski çiçekci

Bir kardeşimi bir de sokağımı çok özledim. Kardeşime telefon açarım, mektup yazarım ama sokağıma ne yapacağımı bilmiyorum « özledim » demek için. Lanet, huysuz bir sokak, bunca zamandır birini bile tanımadım o sokakta sıradan, uyumlu, anlayışlı. Sokağın hikayesi hep « temizlenmek » üzerine. Her temizlikte adı değişiyor. Önce çiçekci sokağı ; Kırım savaşı sonrası, hani şu şehrin en keyifli zamanlarında, genelev sokağı olarak anılıyor. Şimdi saint antoine’ın olduğu yerde Concordia var. Genelev deyince de yalnış anlaşılmasın, bugün karaköydeki evlere benzer bir yanı yok bizim sokaktaki evlerin. Ben hovarda evi diyorum onlara ; « çiçekçinin gülleri » diye ansiklopedide madde başlığı açtırmış kadınlardan bahsediyoruz burada. Concordia yıkılıp yerine saint antoine yapılınca (1912) evler ve peşisıra hovardalar abanoz sokağa gitmiş ve tabii topyekun bir değişim olmuş ; Linardi sokağı. Sokağımız artık elhamdürillah katoliktir. Şamran hanım ve Mösyö Bogos’u saymazsak elbet. Şamran hanım, bildiğimiz kantocu Şamran ; Kelleciyan, evinden dört santık nota çıkan, Anjel ve Hermine hanım’ın komşusu Şamran hanım, üç muganniye bir apartmanda, anlaşılan o ki hepsi kilisenin kiracısı.
Arap Zehra ile kocası Tahsin var bir de elbet, yanlarında horozları, hepsi şarapçı, horoz dahil. Ben bir iki kez horoz beslemeyi düşündüm gelenek bozulmasın diye bu sokakta, sokağın horozlarının ikisini okudum, birini tanıdım. En son horozumuz 4-5 sene evvel, gitmeden önce kedi kovalıyordu.
40’larda 50’lerde şiddetle öneriliyor, Beyoğlu’na Linardi’den değil de, yan sokak Nuruziya’dan çıkmak. Bizim sokakta zabıta vakaları almış yürümüş. Değişim zamanı gelmiş, meyhaneler kapatıla, isim değiştirile ; Eski çiçekci. Lakin can çıkar huy çıkmaz. Ben şimdi der miyim bizim sokakta kim oturuyor, kim hangi dairede ? demem. Biz öyle öğrendik sokakta. Tarih olsun yazarız, ama demem billah şimdi komşumun adını, ne de ne iş yaptığını. Ah çok özledim sokağımı.

14 Temmuz 2009 Salı

beşiktaş - Üsküdar vapur hattı


Bin kere söyledim “Bu şehirde deniz ve demir yollarına karşı olan cinlerin varlığına ciddiyetle inanmaktayım” ve bu inancım her geçen gün artmakta, sistemli bir biçimde yok ediliyorlar. Deniztaksilerin ortaya çıkışı beni biraz sevindirdi açıkcası ama onların da sembolik olarak kalması hevesimi kursağımda bıraktı. Ben mi yalnış hatırlıyorum yoksa gerçekten annelerimiz bize, karşıya geçeceğimiz zaman “aman kızım motora değil vapura bin” demezler miydi? Hele geceleri çok tehlikeli değil miydi bu motorlar ? Ben zaten binmem motora, günün saatine göre öğünümü vapura denk getirir; dürüm, simit, hamburger artık o günki bütçeye göre yemeğimi yanıma alarak binerim vapura, üstüne çay, eğer mevsim yaz ise dışarda bir sigara, göz açıp kapayıncaya kadar karşıya geçilmiş olur. Sigaradan vazgeçtik geçen sene, canımız sıkıldı tabii biraz ama vapurdan vazgeçmedik, köprüden geçecek kadar akıl sağlığımızı yitirmedik henüz allaha şükür. Ama ne oluyor? İnternet sitesinde “iskeleler kenti istanbul” diye reklam yapan şirket-i hayriye kapattığı iskelelere her geçen gün bir yenisini ekliyor, o da yetmiyor hat kapatıyor. Hem de hangisini? Beşiktaş-Üsküdar. Geçen hafta Beşiktaş’ta iskeleye emin adımlarla girdim, ayağımı sürüye sürüye çıktım. Üsküdar’a geçmek zorundayım, elimde kağıda sarılı kaşarlı tostum kalakaldım, “motora binemem annem kızar”. Ama durum ciddi, mevzu karmaşık, açıklama anlaşılmaz;

“Şirket-i Hayriye'den bu yana 150 yılı aşkın süredir devlet ya da belediye eli ile yürütülen Beşiktaş-Üsküdar arasında yapılan vapur seferleri tamamen kaldırılarak özel sektöre devredildi. İstanbul Deniz Otobüsleri İşletmeleri'nden (İDO) yapılan açıklamada günlük 5 yüz ila 7 yüz yolcu kapasitesi bulunan hatta hafta içi 20 dakikada bir yapılan seferlerin kaldırıldığı açıklandı. Açıklamada yolcuların mağdur olmaması için Dentur Avrasya Grup ile protokol imzalandığı, yolcuların tüm hakları ile bu motorları kullanabileceği belirtildi. İDO'da bulunan aktarma ya da indirimli yolculuk haklarının yapılan anlaşma çerçevesinde aynen Dentur Avrasya Grup'da da geçerli olduğunun açıklamada altı çizildi”


Bindim tabii çaresiz motora, tostu çantama koydum, çaysız gitmez bu meret. Yol arkadaşlarım arasında ilk kez su üstünde giden bir araca bindiklerini gizlemeyen, hafif ürkek ama yolculuktan acayip keyif alan, hanım olduklarını düşündüğüm üç kişi vardı. Pek eğlendiler. Değişiklik kaçınılmaz elbette böylesine hızla büyüyen bir şehirde ama şehrin kendisinin değil de –belli ki- rantın dayattığı değişiklikler gözüme batıyor, aklımı çimdikliyor.

sıcağın şehre ettikleri


Bir süredir şehirden uzaktayım, arada sırada gidip geliyorum, bedenim ve aklımla beraber.
Kızgınım biraz şehre ama öyle uzaktan değil, bayağı bayağı bir yakınıma kızar gibi kızıyorum, sevgiden şüphe olmadığı için de ağzıma geldiği gibi sövüyorum, sonra ağır konuştum diye geceleri oturup fotoğraflarına bakıp dertleniyorum. Sıcak vurmuş şehri, asfaltını, betonunu, insanlarını ve çocuklarını. Televizyonlar sıcakta mecbur olmayanlar sokağa çıkmasın diye anons ederken sokaklar cıvık cıvık insan dolmuş, hepsi gergin, kızgın, sıcağın sorumlusu sanki hep en yakınlarındakiler. Akdeniz ülkelerinde öğleden sonra o siestaya yatma sanki bizim şehirde yalnış anlaşılmış, herkeste bir hareket, bir bağırış, bir çağırış. Tüm çocuklar yaramaz, tüm anneler vahşi, satıcılar saldırgan, erkekler daha tacizkar, kadınlar hepten paranoyak. Karaköy altgeçitin sidik kokusu dışarı taşmış, eminönü iskelesinde yeni işe giren çocuk yolcuların ayaklarına iskele atma yoluyla şehirden intikam almaya çalışıyor, taktığı hande yener gözlüklerinin ne anlama geldiğini kimse söylemeye cesaret edemiyor, 35 derece sıcakta aniden yağmaya başlayan yağmur, önce, günlerdir ısınmakta olan asfalta, sonra üsküdar iskelesinde bekleyen kadının bedenine yapışıyor, kadın çok kızıyor, yağmuru savuşturamıyor, yanında babasına telefon etmekte olan oğluna vuruyor; “çağırma şunu eve, görünce cinnet geçiriyorum”. Oğlan susuyor, biriktiriyor. Mahmutpaşa’nın başında ablanın çantasını almış oğlanın biri, yokuş yukarı koşmuş, esnafın gücü yok peşinden koşamıyor, abla zaten sünnetçilerin köşede nefesi tüketmiş, ama bağrıaçılmadık küfürleri sallıyor yokuş yukarı, umurunda değil gelen geçen. Aşağıda ve yukarıda, şehreminliği ve belediye zamanlarında tezgah altından içki satanlar on gün sonra gelecek tütün yasağına bıyık altından gülüyorlar, zabıtaya selam, yola devam. Mahalleye giriyorum, çilingir yan dükkana geçmiş, daha geniş mekan, gece kulübünün yeni palazlanan sahibi dayanamamış kahvede emlakçıyla tavlaya oturmuş, filistin eşarbı boyundan düşmüş, sandalye arkasına asılmış, karizma sıfır. Entel bakkal ne zamandır benim içtiğim suyu getiriyormuş, “ortalarda görünmediğimden” şikayetçi, müslüman bakkalın şikayeti daha acıklı; en iyi müşterisi yukarı mahalleye taşınıyormuş. En iyi müşteri dediğimiz benim en iyi komşum, “olsun varsın” dedik, bakkal “araba çıkartırım servise” dedi, ben “iki adım öte, olmadı gece kalırım” dedim, ferahladık. Baktım pastanede hiç bir gelişme yok, poğaça mide yakıyor, vitrinin üstü gazete ile örtülü... ohh güvenle eve girdim, tavandan su akıyor, yatakodamla aynı seviyedeki gece kulübü maykıl caksın anma gecesi yaptığını sanıyor, ay inadına topkapı sarayının üzerinden doğuyor, miss... uyudum.





17 Mayıs 2009 Pazar

çanın yanına bayrak dikmekle koruruz bir cumhuriyeti


Saat tam üçte kesinlikle orada olmalıydım, beraber yol alacağım ahbabıma da dedim ; «2.15 de tophaneden binerim ben tramvaya, beklemem » allahtan oradaydı. Iki üç saat önce aynı duraktan aynı istikamette tramvaya yine binmiştim, eminönünde inmek üzere. Maksadım pek ciddi idi, zamanım az, varılacak noktalar çok netti. Birbirine mesafece yakın ama insan eti trafiğinden dolayı ulaşılması zaman alan iki ayrı nokta. Biri Mahmutpaşa’nın paraleli olan yokuşun başındaki tülbentçi, diğeri Hasırcıların Zindankapı çıkışındaki sepetçi. Tülbentçiden üç kare koyu yeşil (90 X 90) beş kare bej, beş kare beyaz tülbent aldım çıktım, sepetçide çok yüklendim, çamaşıra, ekmeğe, soğana, fotoğrafa, ona buna derken yedi sekiz sepet aldım döndüm eve. Apartmanın kapısını açarken pastaneci « dilruba hanım… sepet almışsınız » dedi, sonunda soru işareti vardı cümlenin, uzun uzun açıkladım.
Sepeti, tülbendi eve bıraktım ; üçte oradaydım, söz verdiğim gibi, ama sokak hiç de söz verdiği, bana söz verilen gibi orada değildi. Ben şarapnel sokağa gitmek için yola çıkmıştım, hani şu Kumkapı’da, tren yolundan gelindiğinde şarapnel geçidinin tam karşısından girilen sokağa, ya da hani yukarıdan Beyazıt’tan mabeynci yokuşundan kendini aşağı salıp, şenlikli nişanca mahallesinde, molla taşı caddesinden içeri girdiğin sokağa, şarapnel sokağa. Elimle koymuş gibi buldum, sokağın adına bile bakmadan girdim, lise orada, kilise orada, patrikhane elbet orada, tamirhaneler çirkin çirkin hep orada… ama sokağın adı başka ; sevgi sokak. Olur a.. patrikhane taşınmıştır, olur mu ? olur… ama lise, çirkin tamirhaneci bile aynı. Değişen tek şey sokağın adı, hiç acımamışlar, çok da düşünmemişler ; şarapnel değil sevgi sokak. Tebrik ediyorum.
Kilisede hem cenaze hem düğün vardı ; kapıda bir uzun beyaz limuzin, bir de siyah tıknaz cenaze arabası, düğün kalabalık, cenaze ıssızdı. Biz «insanların acıları ile eylenmek günahtır» diyerek kiliseden ayrılıp, karşısındaki patrikhaneye girdik –kimse lafını bile etmedi insanlık acısının hangisi olduğununun-.
Bir müze gezdim, iki üç sene önce oluşturulmuş, yer altında, zaten zamanında şehrin iklimine göre inşa olmuş, o yüzden çok da gerek duyulmayan şahane teknolojik sistemi olan leziz bir müze. Kumaş sevene, nerede ne zaman dokunduğu belli allı güllü kumaş, gümüş sevene ince işlenmiş binbir türlü nesne, hurufat düşkününe o kitap bu kitap, dini itikadı olana zaten şölen bir müze. Koca bir avlu, yemyeşil bir bahçe, kırmızı ağaçlar bile var. Sokağın güvenliğini sağlayanlar, sınırın açılıp açılmaması hakkında karar verecekler, bu konuda yazanlar, los angelas’da, Ankara’da Erivan’da ahkam kesenler ve benim annem babam İstanbul’un yolunu bilmezlerken oraya dikilmiş ağaçlar, yere döşenmiş taşlar gördüm ben bugün.

10 Mayıs 2009 Pazar

ah Ali amca


Bu son senelerde çok zahiyat verdik, adını bilmediklerimiz, yüzünü görmediklerimiz tabii çoktur ama hergün gördüklerimizden önce Anahid gitti -sevmezdi beni o ayrı-, sonra bu sene pala amca terketti mahalleyi, her gün sabahtan akşama « huysuz ve tatlı kadın »ı çalan kemancı amca ne zaman yokoldu tam olarak hatırlamıyorum bile ama ben hiç birine ali amcaya üzüldüğüm kadar üzülmedim. Niye bilmem bayağı bayağı gözümden yaş geldi geçen hafta öldüğünü öğrenince. Daha iki üç ay önce karşısına geçip fotoğrafını çekmeye kalkınca « turistik miyim hanım ben ? » diye kızmıştı. Ben yine de çekmiştim fotoğrafını. Temiz sandalyesi, ütülü gömleği, taralı saçları, tüm beyoğlu esnafının zevzekliğine inat mesafeli duruşu ile hergün görmeye alıştığım mahallelimdi ali amca. Yok bu beyoğlu nostaljisi değil, hergün gördüğün yüz artık yoksa, hele bu yüz bir de güzeldiyse, üzülüyor insan. Ya ali amca daha iki ay önce köfte satıyordun köşede, dimdik hayatta, ne zaman gittin maraş’a da, ölmeye yattın. Ah ali amca…

26 Nisan 2009 Pazar

or ahayim hastanesi


Bu binaya bu zulüm niye yapılmış olabilir, eminim çok önemli bir sebebi vardır ama başka bir yolu yok mudur? Reva mıdır bu çirkinlik su kenarına 100 yıl önce kurulmuş bu binaya? Or ahayim hastanesi gerçekten tam su kenarında, Balat’ta, Haliç’e bakan üç binadan oluşuyor. Her ne kadar Hastane, Abdülhamit fermanı ile 1898’de kurulmuşsa da bugün varolan binalar 1920’lerde Bağdatlı işadamı Sir Elllie Kadoorie’nin bağışı ile inşa olmuş. Aslında üçüncüsü 2004’de yıkılmış, hemen ardından modern bir bina yapılmış. Eski köprü ile komşuluk ediyor şimdi Or ahayim, eski dost galata köprüsünü tam da hastanenin yanına koymuşlar. İsmi sorun tabii, girişte büyük « özel balat hastanesi » tabelası duruyor, esas binanın mermer kapısında «musevi hastanesi» yazıyor, resmi adı «Özel balat or ahayim musevi hastanesi vakfı iktisadi işletmesi», internet adresi «or ahayim hastanesi», mahallelinin dediğini bilirim ben ; musevi hastanesi.
Bunların da işi zor yahu…
Yine de binanın üstündeki bu dev lego yapıtı gördükçe sormadan edemiyorum « doktor bu ne !»


22 Nisan 2009 Çarşamba

Panayia Elpida versus gedikpaşa spor



Burası Samsa sokağı, Kadırga ile Kumkapı arasında uzunca bir sokak. Adını gördüğümde durdum tabii şöyle bir, benim bildiğim tek samsa Gregor Samsa’dır, onun da Kadırga ile bir alakası olamaz, olmamalı. Hamam böceği, dönüşüm, yabancılaşma tamam hepsi var burada ama Kafka’nın buradan geçmiş olabileceği düşüncesi benim istanbul efsanelerim için bile oldukça uçuk bir düşünce. Bulacağım sokağın isminin arkasında saklanan sırrı lakin Gedikpaşa spor levhasının arkasında yükselen koca bir kilisenin sırrına vakıf olabileceğimi sanmıyorum, ya da o şatafatlı kilisenin kapısında neden Gedikpaşa spor yazdığını.

Panayia Elpida Kilisesi üç ayrı sokağa yüz veriyor; Samsa sokak, Müsteşar sokak, Gerdanlık sokak. İroni, yerme, lafı uzatmaya şahane girilebilir tabii bu isimlerden, tutuyorum kendimi.

Kilise bizans döneminden kalma, çeşit çeşit belgede lafı geçiyor, 15. yüzyıl başı, 1576, 1583, 1604 ortodoks kayıtlarında tanıklıkları var. Belgelerde sözü geçen mühim ikonalardan eser yok tabii bugün. 1650’lerde yanmış, 1680’de tekrar inşa edilmiş, şimdi yüksek duvarlarla çevrili, kapısı tabii ki sımsıkı kapalı. Üç sokağa hükmediyor ama yok gibi, çevrede yaşayanların orada bir kilise olduğuna dair bir fikirleri olduğunu sanmıyorum, öylesine saklanmış. Yanındaki fevkalade fakat yıkılmak üzere olan bina kiliseye ait. Gedikpaşa spor kulübünün varlığının hikmetini çözemedim gerçekten, 1951 kuruluş tarihi ufak bir ipucu verdi ama yine de koca kilisenin üç sokakta da adının sanının olmaması ve spor klubünün levhasının fütürsuzca kilise kapısında asılı olmasının çok da anlamlı bir açıklaması olmasa gerek.

19 Nisan 2009 Pazar


- nasılsın birader
- memleket gibi, idare ediyoruz.

Pek hoşuma gitti doğrusu, bu soruyu ben de «istanbul gibi » diye cevaplamaya karar verdim, değil mi ki şehir « küçük bir vatan»dır. Bol yamalı, destekli, eskiden vazgeçememiş, köhnemiş, yeni olanla bağ kurmak için sıra sıra uydular kurmuş, doğayla tek bağı kuru dallar kalmış bir hayat. Yok, lafım kötü değil, iyiyiz aslında, içerisi sıcak, sağlam, halledeceğiz, memleket gibi…

Ortalık karışıkmış gibi görünüyor, oysa her zaman olduğundan daha karışık değil mevzu. Adını bildikleri, eşleri dostları karakola düştü diye eseflendiler, kederlendiler, tepelere çıkıp şikayetler ettiler. Pek kederlendiler gece yarıları evler basıldı diye, pijamalarıyla hanımlar polislere göründü, bilgisayarlar özensizce talan edildi, suçu ispatlanmamış beyler karakollara düştü diye. Ben de üzüldüm izansızlıklar yapıldı diye ama yine de kendimi alamıyorum onlara « aramıza hoşgeldiniz » demekten. Hukuğa sayıp sövmek kolay değildir hanımlar beyler, sövecekseniz başınıza gelmeden yapacaktınız. Hadi daha önce bilmiyordunuz, yeni anladınız gün ortasında sebebsiz karakola alınmanın nasıl uygunsuz bir durum olduğunu, o zaman sizinle, olmadı, ahbablarınızla aynı günlerde çok daha çirkin bir operasyonla karakola alınan 51 kişinin durumunu düşünün. Üstelik onların büyük bir kısmı bu memleketin meclisinde temsil hakkı olan bir partinin üyeleri. Benimle aynı memlekette yaşayan insanların verdiği oylarla yönetime gelen adamlar içeriye alındılar ve ben o günden beri onların başına gelenleri bilmiyorum. Ve üstelik benim şikayet edeceğim bir merci yok. Bu bir şey değil, memleketi, şehri geçtim, mahallemde geceleri götürülen çocukların haberini bile alamıyorum, ben değil, anası alamıyor haberlerini.
Anıtkabire çıkanlar, bugün oraya çıkacağınıza geçtiğimiz senelerde bir zahmet cumartesi annelerinin yanına gelseydiniz bugün oraya gitmenize gerek kalmazdı belki de. Sorgusuz sualsiz ilk içeri alınan siz değilsiniz, bunu farketmeniz için bu mu gerekiyordu ? eh…iyi o zaman...
Bu arada yarın 20 nisan 2009, Hrant’ın mahkemesi var, hani şu kimin yargılandığı belli olmayan mahkeme, ama mahkeme kurulmuş bir kere, abimin kanı yerde kalmasın…

17 Nisan 2009 Cuma

Kahkaha sokak



Sokağın adını farkettiğimde aklıma ilk gelen E.B.’nin kitabının adı oldu; « Amerika Büyük Bir Şaka, Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz? ». Sokağın hali ve ismi bir şaka olmalıydı ama ben nedense gülemedim. Sokağın bulunduğu mahallenin adı başka bir hikaye ; molla aşkı.
Balat iskelesinin tam karşısından mahalleye girilip ayvansaray ve mürsel paşa caddelerini keserek ilerlendiğinde karşına çıkıyor kahkaha sokak, çınçınlı çeşme sokak ile ferruh kahya sokakları birleştiren kıvrımlı, teneke barakalı, bol çocuklu, camilerin kiliselerin arasında, epeski bir sokak. Şehre ayak uyduramamış, yıpranmış, üzücü bir sokak. Adı kahkaha evet ama biz buna gülebilir miyiz sevgili istanbul ?

17 Şubat 2009 Salı

vefa esnafı


Sözün bittiği noktalar olur bazen, bu şehir de kimi köşelerinde insanın nutkunu tutturur. Süleymaniye imarethanesinin 452 senelik arka kapısında, şehir, vefa esnafı ile birlik olup benim nutkumu tutturdu açıkcası.

8 Şubat 2009 Pazar

hiç bir yerde şubemiz yoktur


“Şubemiz yoktur” ibaresi bu şehirde pek de inandırıcı değildir, değil mi ki dükkanların bir çoğunun adı öz, meşhur, tarihi, geleneksel ile başlıyor. Ama Beşiktaş’ta bir dükkan var ki gerçekten başka yerde şubesi olamaz, olabilmesi için içindeki amcanın klonlanmış olması gerekir. Annem babam dışında sadece onun sigarama laf etmesine bozulmuyorum, adamın gerçekten sağlığımı düşünür bir hali var. “Kahvaltı salonu burası, sigara salonu değil, bari ye sonra iç” diye fırçayı yedik sabah sabah. Üstelik dükkanını kokuttuğum filan da yok, sokakta içiyorum mereti. 
Ben şu branç denilen şeye alışamadım; kırk yılda bir kahvaltı ediyorum zaten, delikanlı bir kahvaltı olsun istiyorum o yüzden o adsız “kaymaklı kahvaltı”cıyı çok seviyorum. Bir tabak bal kaymak ile bir ekmeğe yakın yedim. Kalabalıktan içeriye giremeyen bir takım insanların kapıda dilleri yana yana süt içtiklerini gördüm, sokak ortasında, öyle güzel yani sütü, kaymağı. 

31 Ocak 2009 Cumartesi

ayvansaray'da noel



Ben uzun zamandır bu kadar içten gülen, sokak ortasında mutluluğunu bunca saklamayan bir surat görmemiştim, önce yanımdan hızla geçti, Ayvansaray’da meryem ana ayazmasına (panayia vlaherna ayazması) ben girerken O çıkıyordu, çıkarken mekan sahibi gibi duran adama iyi bayramlar dediği için ben de girerken O’nu taklit ettim “iyi bayramlar” dedim, belki de o yüzden neredeyse bir saat bahçede boş boş oturmama rağmen kimse “necisin abla” diye gelip sormadı.

Kış ortası olmasına rağmen bahçe canlıydı, belli insan eli var üzerinde, hem öyle görev olduğu için değil evinin bahçesi diye bakan birinin eli vardı, her halinden belliydi. Avludaki kapılardan birinin önünde en az onbeş yirmi ayakkabı vardı, bayram hali, olacak tabii, allah eksik etmesin. Ayazmanın arkasına geçtiğimde burnuma mis koku geldi, sandım çiçek, meğer avluya boydan boya asılmış çamaşırlarmış kokan. Çamaşırları asanlar da “ayvansaray kadınlar fukaraperver derneği”. Fukara olanlar kadınlar mı, fukaraları sevenler kadınlar mı anlayamadım ama çok fazla ve çok beyaz çamaşır asılıydı ayvansaray’ın çok kapalı bir avlusunda, gördüm.

Bir ara çocuklar top oynamaya çıktı, ardından görevli de yanlarına geldi, evsahibi kılıklı, dini bir abi, çocuklara katıldı, maç seyrettim, sigara içtim, dini abi çay içer miyim diye sordu, “sağolun, istemem” dedim. Naylonla kaplı gülleri başımla işaret edip “baharda ne güzel oluyordur burası” dedim, “o zaman da gelin, başım gözüm üstüne” dedi, aynen benim siirtli komşu gibi. 

Çıkışta tekrar gördüm O’nu, ayazmaya yakın otobüs durağında. Ben ayazmada oyalanırken o da mahallede zaman geçirmiş olmalı. Durakta bankta yanına oturdum, şapkasının altında gülüyordu, yok yok gülümseme değil esaslı gülüyordu, eğildim baktım dikkatini çekerim belki, ayazmadan, bahçesinden, içinde yaşayanlardan laf ederiz diye, bana mısın demedi, mutlu mutlu halice bakıyordu, pek özendim, 25 aralıktı. Burada kalanlardandı. 
Ne o ne de ben bayram münasebetiyle ayazmanın kapısında görevlendirilmiş ne o deri ceketli zavallı kuruyemişçiye ne de hayatında hal görmemiş o meyveciye yüz vermedik, biz gülüyorduk onlar somurtuyordu.

30 Ocak 2009 Cuma

süleymaniye 4ever


Bu kadar karmaşık bir şehirde işlerin zamanında bitmesini beklemiyorum, benden de beklenmesini istemem ama yine de arada bir gidip Süleymaniyeyi kontrol ediyorum, restorasyonun (uygulama diyorlar yaptıklarına aslında) 15 aralık 2008’de bitmesi gerekiyordu, bitmedi tabii. Yine de bahçesinde oturuyorum, kuş sesli, güllü dallı tuvaletine giriyorum, ama sabırsızım, bitsin, yengemi götüreceğim gezmeye, sonra da karşısında kurufasulye yiyeceğiz, yanında da turşu.

27 Ocak 2009 Salı

vefa



Çok lodos lafı ettim, susayım diyorum ama olmuyor, sağdan soldan dürtüyor rüzgar. Bazen düşünüyorum bir tek ben miyim bu lodosla bunca sorun yaşayan. Bir sürü insan bu havada işlerine güçlerine gidiyor, ben iki laf edemez oluyorum. Günlerdir durmadı, hani nerdeyse soğuğu özledim diyeceğim. Geçenlerde sabahlardan bir sabah söylenerek uyandım, lodos yorganın içine sızmıştı, tek gözümle geceden açık bıraktığım pencereden –bazen kilisenin ışığına bakarak ya da kilise bana baksın diye pencereyi açık bırakırım- güneşi gördüm. Lodosa yüzvermeden güneşe kalktım, ilk kahvemi bitirmemiştim ki canım boza istedi, geçiştirdim, bir sigara yaktım, yok, olmadı, burnumda tarçın kokusu, dışarı çıktım. Caddedeki pastaneye gitmekti amacım, büfeden de bir avuç leblebi alırım diye düşündüm, olmadı. Aksaray otobüsüne bindiğimde vefaya sapan sokağa en yakın durağı henüz bilmiyordum, meğer elim biliyormuş, düğmeye bastı, otobüsten indim, yol yordam sormadan bozacıyı buldum, ben bile şaşırdım. Misss… bol tarçın, içtikçe çoğalan boza.

Madem maksat boza içmek, iç, dön eve, olmadı tabii. Bozacı malum vefada, katip çelebi sokak’ta, biliyoruz ki bu sokak sonuna kadar gidildiğinde süleymaniyeye varır, yürüdüm tabii. Yürümekle kalmadım, aklımızı çelen tirendaz sokağa bile saptım, ah iyi ki sapmışım. Molla şemseddin camii halinden belli, zamanında bir bizans kilisesi imiş, bugün ki hali ile de pek zarif, pek istanbullu. 11. Yüzyıldan kalma yapı mahallede kilise camii diye anılıyor. Rivayet o ki altından bir tünelle ayasofyaya çıkılırmış, olur mu olur. 1833 cibali yangınında epeyce tahrip olmuş, restorasyon görmüş, İstanbul’un fethinde usul olduğu üzere freskler badana ile kapatılmış, cumhuriyet döneminde her ne kadar o freskler ortaya çıkarılmış ise de bir aşamada çalınmışlar, yani başına gelmeyen kalmamış kilise camiinin ama yine de şaşırtıcı, yoldan çevirtici, beni çevirdi açıkcası. Az ötesinde Atıf efendi Kütüphanesi, hala kütüphane ; el yazması kütüphanesi, girmesi, çıkması zor tabii. Kütüphane ile camii arasında sıra evler büyüleyici. Zamanında kütüphane çalışanları için yapılmış diyorlar. Sokağın başını tutmuş oğlanın bundan hiç haberi yok elbet, umurunda da değil, Ben Süleymaniye’ye doğru yol alırken o oturmuş Tirendaz sokaktan nasıl kurtulacağını düşünür gibiydi.

6 Ocak 2009 Salı

yayla çorbası


Anonim mekanları severim, herhangi biri olabildiğim, yan masada, sandalyede oturan adamla sosyal, duygusal, mistik herhangi bir bağ kurmadığım, kurmaya çalışmadığım mekanlar iyi gelir bana. Kızıyorum sevdiğim yerlerin sürekli devinim içerisinde olmasına, bir yediğimi bir daha yiyemediğime, yüzlerin sürekli değişmesine ama belki de iyi geliyordur bu bana. Aynı evde beş seneden fazla yaşamaya bile dayanamayan bir insan niye gerçekten sinirlensin ki etrafındaki mekanların değişmesine? Bu şehir böyle, her an hareket ediyor, para el değiştiriyor, mekanlar, değerler de, ben niye farklı olayım ki? İyi geliyor insana elbet yemeğe gittiğin mekanda rakıyı soda ile içtiğinin bilinmesi, piyangoyu hep aynı adamdan almak –amorti bile çıkmasa- değil veresiye yazdırmak, taksi parası bile alabilmek bakkaldan, köşedeki çingenenin eve haber göndermesi, beyaz gül geldi diye, şehrin en hareketli caddesinin hangi taşının bozuk olduğunu bilip, basmamak, şehrin geri kalanının korkup kaldırım değiştirdiği adamların alışveriş torbanı taşıması keyifli şeyler tabii ama mühim değil. Valla değil. Yarın, hem de gerçekten yarın, o, rakıyı sodayla içtiğimi bilen garson kabzımal olup işi bırakabilir, beyazgülcü abla köşe değiştirebilir, caddenin taşları zaten yarın öbür gün değişir, önümüz seçim. Diyeceğim odur ki bu eski romanlardan öğrendiğimiz şehir aidiyetleri icatları pek geçici, pek yapay, seviyorum hepsini ama ben bu şehri artık en çok self servis restoranlarda seviyorum. Tek başıma içeri girip, yemek alabildiğim –ısmarlamadığım- beklerken gazete okumak zorunda kalmadığım, içerideki herkesin içeri girme sebebinin sadece aç olması olduğu, altı ayda bir adının ve dekorasyonunun değiştiği, içerisinde olmamın bana bir sosyal sorumluluk yüklemediği o mekanlarda buralı olduğumu hissediyorum. His önemli değil, en az iki günde bir gidiyorum öyle bir yere ve adamlar beni tanımıyorlar, tanımayacaklar, yayla çorbasını iyi yapıyorlar, ben hep gideceğim. 

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...