31 Ocak 2009 Cumartesi

ayvansaray'da noel



Ben uzun zamandır bu kadar içten gülen, sokak ortasında mutluluğunu bunca saklamayan bir surat görmemiştim, önce yanımdan hızla geçti, Ayvansaray’da meryem ana ayazmasına (panayia vlaherna ayazması) ben girerken O çıkıyordu, çıkarken mekan sahibi gibi duran adama iyi bayramlar dediği için ben de girerken O’nu taklit ettim “iyi bayramlar” dedim, belki de o yüzden neredeyse bir saat bahçede boş boş oturmama rağmen kimse “necisin abla” diye gelip sormadı.

Kış ortası olmasına rağmen bahçe canlıydı, belli insan eli var üzerinde, hem öyle görev olduğu için değil evinin bahçesi diye bakan birinin eli vardı, her halinden belliydi. Avludaki kapılardan birinin önünde en az onbeş yirmi ayakkabı vardı, bayram hali, olacak tabii, allah eksik etmesin. Ayazmanın arkasına geçtiğimde burnuma mis koku geldi, sandım çiçek, meğer avluya boydan boya asılmış çamaşırlarmış kokan. Çamaşırları asanlar da “ayvansaray kadınlar fukaraperver derneği”. Fukara olanlar kadınlar mı, fukaraları sevenler kadınlar mı anlayamadım ama çok fazla ve çok beyaz çamaşır asılıydı ayvansaray’ın çok kapalı bir avlusunda, gördüm.

Bir ara çocuklar top oynamaya çıktı, ardından görevli de yanlarına geldi, evsahibi kılıklı, dini bir abi, çocuklara katıldı, maç seyrettim, sigara içtim, dini abi çay içer miyim diye sordu, “sağolun, istemem” dedim. Naylonla kaplı gülleri başımla işaret edip “baharda ne güzel oluyordur burası” dedim, “o zaman da gelin, başım gözüm üstüne” dedi, aynen benim siirtli komşu gibi. 

Çıkışta tekrar gördüm O’nu, ayazmaya yakın otobüs durağında. Ben ayazmada oyalanırken o da mahallede zaman geçirmiş olmalı. Durakta bankta yanına oturdum, şapkasının altında gülüyordu, yok yok gülümseme değil esaslı gülüyordu, eğildim baktım dikkatini çekerim belki, ayazmadan, bahçesinden, içinde yaşayanlardan laf ederiz diye, bana mısın demedi, mutlu mutlu halice bakıyordu, pek özendim, 25 aralıktı. Burada kalanlardandı. 
Ne o ne de ben bayram münasebetiyle ayazmanın kapısında görevlendirilmiş ne o deri ceketli zavallı kuruyemişçiye ne de hayatında hal görmemiş o meyveciye yüz vermedik, biz gülüyorduk onlar somurtuyordu.

30 Ocak 2009 Cuma

süleymaniye 4ever


Bu kadar karmaşık bir şehirde işlerin zamanında bitmesini beklemiyorum, benden de beklenmesini istemem ama yine de arada bir gidip Süleymaniyeyi kontrol ediyorum, restorasyonun (uygulama diyorlar yaptıklarına aslında) 15 aralık 2008’de bitmesi gerekiyordu, bitmedi tabii. Yine de bahçesinde oturuyorum, kuş sesli, güllü dallı tuvaletine giriyorum, ama sabırsızım, bitsin, yengemi götüreceğim gezmeye, sonra da karşısında kurufasulye yiyeceğiz, yanında da turşu.

27 Ocak 2009 Salı

vefa



Çok lodos lafı ettim, susayım diyorum ama olmuyor, sağdan soldan dürtüyor rüzgar. Bazen düşünüyorum bir tek ben miyim bu lodosla bunca sorun yaşayan. Bir sürü insan bu havada işlerine güçlerine gidiyor, ben iki laf edemez oluyorum. Günlerdir durmadı, hani nerdeyse soğuğu özledim diyeceğim. Geçenlerde sabahlardan bir sabah söylenerek uyandım, lodos yorganın içine sızmıştı, tek gözümle geceden açık bıraktığım pencereden –bazen kilisenin ışığına bakarak ya da kilise bana baksın diye pencereyi açık bırakırım- güneşi gördüm. Lodosa yüzvermeden güneşe kalktım, ilk kahvemi bitirmemiştim ki canım boza istedi, geçiştirdim, bir sigara yaktım, yok, olmadı, burnumda tarçın kokusu, dışarı çıktım. Caddedeki pastaneye gitmekti amacım, büfeden de bir avuç leblebi alırım diye düşündüm, olmadı. Aksaray otobüsüne bindiğimde vefaya sapan sokağa en yakın durağı henüz bilmiyordum, meğer elim biliyormuş, düğmeye bastı, otobüsten indim, yol yordam sormadan bozacıyı buldum, ben bile şaşırdım. Misss… bol tarçın, içtikçe çoğalan boza.

Madem maksat boza içmek, iç, dön eve, olmadı tabii. Bozacı malum vefada, katip çelebi sokak’ta, biliyoruz ki bu sokak sonuna kadar gidildiğinde süleymaniyeye varır, yürüdüm tabii. Yürümekle kalmadım, aklımızı çelen tirendaz sokağa bile saptım, ah iyi ki sapmışım. Molla şemseddin camii halinden belli, zamanında bir bizans kilisesi imiş, bugün ki hali ile de pek zarif, pek istanbullu. 11. Yüzyıldan kalma yapı mahallede kilise camii diye anılıyor. Rivayet o ki altından bir tünelle ayasofyaya çıkılırmış, olur mu olur. 1833 cibali yangınında epeyce tahrip olmuş, restorasyon görmüş, İstanbul’un fethinde usul olduğu üzere freskler badana ile kapatılmış, cumhuriyet döneminde her ne kadar o freskler ortaya çıkarılmış ise de bir aşamada çalınmışlar, yani başına gelmeyen kalmamış kilise camiinin ama yine de şaşırtıcı, yoldan çevirtici, beni çevirdi açıkcası. Az ötesinde Atıf efendi Kütüphanesi, hala kütüphane ; el yazması kütüphanesi, girmesi, çıkması zor tabii. Kütüphane ile camii arasında sıra evler büyüleyici. Zamanında kütüphane çalışanları için yapılmış diyorlar. Sokağın başını tutmuş oğlanın bundan hiç haberi yok elbet, umurunda da değil, Ben Süleymaniye’ye doğru yol alırken o oturmuş Tirendaz sokaktan nasıl kurtulacağını düşünür gibiydi.

6 Ocak 2009 Salı

yayla çorbası


Anonim mekanları severim, herhangi biri olabildiğim, yan masada, sandalyede oturan adamla sosyal, duygusal, mistik herhangi bir bağ kurmadığım, kurmaya çalışmadığım mekanlar iyi gelir bana. Kızıyorum sevdiğim yerlerin sürekli devinim içerisinde olmasına, bir yediğimi bir daha yiyemediğime, yüzlerin sürekli değişmesine ama belki de iyi geliyordur bu bana. Aynı evde beş seneden fazla yaşamaya bile dayanamayan bir insan niye gerçekten sinirlensin ki etrafındaki mekanların değişmesine? Bu şehir böyle, her an hareket ediyor, para el değiştiriyor, mekanlar, değerler de, ben niye farklı olayım ki? İyi geliyor insana elbet yemeğe gittiğin mekanda rakıyı soda ile içtiğinin bilinmesi, piyangoyu hep aynı adamdan almak –amorti bile çıkmasa- değil veresiye yazdırmak, taksi parası bile alabilmek bakkaldan, köşedeki çingenenin eve haber göndermesi, beyaz gül geldi diye, şehrin en hareketli caddesinin hangi taşının bozuk olduğunu bilip, basmamak, şehrin geri kalanının korkup kaldırım değiştirdiği adamların alışveriş torbanı taşıması keyifli şeyler tabii ama mühim değil. Valla değil. Yarın, hem de gerçekten yarın, o, rakıyı sodayla içtiğimi bilen garson kabzımal olup işi bırakabilir, beyazgülcü abla köşe değiştirebilir, caddenin taşları zaten yarın öbür gün değişir, önümüz seçim. Diyeceğim odur ki bu eski romanlardan öğrendiğimiz şehir aidiyetleri icatları pek geçici, pek yapay, seviyorum hepsini ama ben bu şehri artık en çok self servis restoranlarda seviyorum. Tek başıma içeri girip, yemek alabildiğim –ısmarlamadığım- beklerken gazete okumak zorunda kalmadığım, içerideki herkesin içeri girme sebebinin sadece aç olması olduğu, altı ayda bir adının ve dekorasyonunun değiştiği, içerisinde olmamın bana bir sosyal sorumluluk yüklemediği o mekanlarda buralı olduğumu hissediyorum. His önemli değil, en az iki günde bir gidiyorum öyle bir yere ve adamlar beni tanımıyorlar, tanımayacaklar, yayla çorbasını iyi yapıyorlar, ben hep gideceğim. 

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...