17 Mayıs 2009 Pazar

çanın yanına bayrak dikmekle koruruz bir cumhuriyeti


Saat tam üçte kesinlikle orada olmalıydım, beraber yol alacağım ahbabıma da dedim ; «2.15 de tophaneden binerim ben tramvaya, beklemem » allahtan oradaydı. Iki üç saat önce aynı duraktan aynı istikamette tramvaya yine binmiştim, eminönünde inmek üzere. Maksadım pek ciddi idi, zamanım az, varılacak noktalar çok netti. Birbirine mesafece yakın ama insan eti trafiğinden dolayı ulaşılması zaman alan iki ayrı nokta. Biri Mahmutpaşa’nın paraleli olan yokuşun başındaki tülbentçi, diğeri Hasırcıların Zindankapı çıkışındaki sepetçi. Tülbentçiden üç kare koyu yeşil (90 X 90) beş kare bej, beş kare beyaz tülbent aldım çıktım, sepetçide çok yüklendim, çamaşıra, ekmeğe, soğana, fotoğrafa, ona buna derken yedi sekiz sepet aldım döndüm eve. Apartmanın kapısını açarken pastaneci « dilruba hanım… sepet almışsınız » dedi, sonunda soru işareti vardı cümlenin, uzun uzun açıkladım.
Sepeti, tülbendi eve bıraktım ; üçte oradaydım, söz verdiğim gibi, ama sokak hiç de söz verdiği, bana söz verilen gibi orada değildi. Ben şarapnel sokağa gitmek için yola çıkmıştım, hani şu Kumkapı’da, tren yolundan gelindiğinde şarapnel geçidinin tam karşısından girilen sokağa, ya da hani yukarıdan Beyazıt’tan mabeynci yokuşundan kendini aşağı salıp, şenlikli nişanca mahallesinde, molla taşı caddesinden içeri girdiğin sokağa, şarapnel sokağa. Elimle koymuş gibi buldum, sokağın adına bile bakmadan girdim, lise orada, kilise orada, patrikhane elbet orada, tamirhaneler çirkin çirkin hep orada… ama sokağın adı başka ; sevgi sokak. Olur a.. patrikhane taşınmıştır, olur mu ? olur… ama lise, çirkin tamirhaneci bile aynı. Değişen tek şey sokağın adı, hiç acımamışlar, çok da düşünmemişler ; şarapnel değil sevgi sokak. Tebrik ediyorum.
Kilisede hem cenaze hem düğün vardı ; kapıda bir uzun beyaz limuzin, bir de siyah tıknaz cenaze arabası, düğün kalabalık, cenaze ıssızdı. Biz «insanların acıları ile eylenmek günahtır» diyerek kiliseden ayrılıp, karşısındaki patrikhaneye girdik –kimse lafını bile etmedi insanlık acısının hangisi olduğununun-.
Bir müze gezdim, iki üç sene önce oluşturulmuş, yer altında, zaten zamanında şehrin iklimine göre inşa olmuş, o yüzden çok da gerek duyulmayan şahane teknolojik sistemi olan leziz bir müze. Kumaş sevene, nerede ne zaman dokunduğu belli allı güllü kumaş, gümüş sevene ince işlenmiş binbir türlü nesne, hurufat düşkününe o kitap bu kitap, dini itikadı olana zaten şölen bir müze. Koca bir avlu, yemyeşil bir bahçe, kırmızı ağaçlar bile var. Sokağın güvenliğini sağlayanlar, sınırın açılıp açılmaması hakkında karar verecekler, bu konuda yazanlar, los angelas’da, Ankara’da Erivan’da ahkam kesenler ve benim annem babam İstanbul’un yolunu bilmezlerken oraya dikilmiş ağaçlar, yere döşenmiş taşlar gördüm ben bugün.

10 Mayıs 2009 Pazar

ah Ali amca


Bu son senelerde çok zahiyat verdik, adını bilmediklerimiz, yüzünü görmediklerimiz tabii çoktur ama hergün gördüklerimizden önce Anahid gitti -sevmezdi beni o ayrı-, sonra bu sene pala amca terketti mahalleyi, her gün sabahtan akşama « huysuz ve tatlı kadın »ı çalan kemancı amca ne zaman yokoldu tam olarak hatırlamıyorum bile ama ben hiç birine ali amcaya üzüldüğüm kadar üzülmedim. Niye bilmem bayağı bayağı gözümden yaş geldi geçen hafta öldüğünü öğrenince. Daha iki üç ay önce karşısına geçip fotoğrafını çekmeye kalkınca « turistik miyim hanım ben ? » diye kızmıştı. Ben yine de çekmiştim fotoğrafını. Temiz sandalyesi, ütülü gömleği, taralı saçları, tüm beyoğlu esnafının zevzekliğine inat mesafeli duruşu ile hergün görmeye alıştığım mahallelimdi ali amca. Yok bu beyoğlu nostaljisi değil, hergün gördüğün yüz artık yoksa, hele bu yüz bir de güzeldiyse, üzülüyor insan. Ya ali amca daha iki ay önce köfte satıyordun köşede, dimdik hayatta, ne zaman gittin maraş’a da, ölmeye yattın. Ah ali amca…

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...