24 Temmuz 2009 Cuma

eski çiçekçi


Eski çiçekci

Bir kardeşimi bir de sokağımı çok özledim. Kardeşime telefon açarım, mektup yazarım ama sokağıma ne yapacağımı bilmiyorum « özledim » demek için. Lanet, huysuz bir sokak, bunca zamandır birini bile tanımadım o sokakta sıradan, uyumlu, anlayışlı. Sokağın hikayesi hep « temizlenmek » üzerine. Her temizlikte adı değişiyor. Önce çiçekci sokağı ; Kırım savaşı sonrası, hani şu şehrin en keyifli zamanlarında, genelev sokağı olarak anılıyor. Şimdi saint antoine’ın olduğu yerde Concordia var. Genelev deyince de yalnış anlaşılmasın, bugün karaköydeki evlere benzer bir yanı yok bizim sokaktaki evlerin. Ben hovarda evi diyorum onlara ; « çiçekçinin gülleri » diye ansiklopedide madde başlığı açtırmış kadınlardan bahsediyoruz burada. Concordia yıkılıp yerine saint antoine yapılınca (1912) evler ve peşisıra hovardalar abanoz sokağa gitmiş ve tabii topyekun bir değişim olmuş ; Linardi sokağı. Sokağımız artık elhamdürillah katoliktir. Şamran hanım ve Mösyö Bogos’u saymazsak elbet. Şamran hanım, bildiğimiz kantocu Şamran ; Kelleciyan, evinden dört santık nota çıkan, Anjel ve Hermine hanım’ın komşusu Şamran hanım, üç muganniye bir apartmanda, anlaşılan o ki hepsi kilisenin kiracısı.
Arap Zehra ile kocası Tahsin var bir de elbet, yanlarında horozları, hepsi şarapçı, horoz dahil. Ben bir iki kez horoz beslemeyi düşündüm gelenek bozulmasın diye bu sokakta, sokağın horozlarının ikisini okudum, birini tanıdım. En son horozumuz 4-5 sene evvel, gitmeden önce kedi kovalıyordu.
40’larda 50’lerde şiddetle öneriliyor, Beyoğlu’na Linardi’den değil de, yan sokak Nuruziya’dan çıkmak. Bizim sokakta zabıta vakaları almış yürümüş. Değişim zamanı gelmiş, meyhaneler kapatıla, isim değiştirile ; Eski çiçekci. Lakin can çıkar huy çıkmaz. Ben şimdi der miyim bizim sokakta kim oturuyor, kim hangi dairede ? demem. Biz öyle öğrendik sokakta. Tarih olsun yazarız, ama demem billah şimdi komşumun adını, ne de ne iş yaptığını. Ah çok özledim sokağımı.

14 Temmuz 2009 Salı

beşiktaş - Üsküdar vapur hattı


Bin kere söyledim “Bu şehirde deniz ve demir yollarına karşı olan cinlerin varlığına ciddiyetle inanmaktayım” ve bu inancım her geçen gün artmakta, sistemli bir biçimde yok ediliyorlar. Deniztaksilerin ortaya çıkışı beni biraz sevindirdi açıkcası ama onların da sembolik olarak kalması hevesimi kursağımda bıraktı. Ben mi yalnış hatırlıyorum yoksa gerçekten annelerimiz bize, karşıya geçeceğimiz zaman “aman kızım motora değil vapura bin” demezler miydi? Hele geceleri çok tehlikeli değil miydi bu motorlar ? Ben zaten binmem motora, günün saatine göre öğünümü vapura denk getirir; dürüm, simit, hamburger artık o günki bütçeye göre yemeğimi yanıma alarak binerim vapura, üstüne çay, eğer mevsim yaz ise dışarda bir sigara, göz açıp kapayıncaya kadar karşıya geçilmiş olur. Sigaradan vazgeçtik geçen sene, canımız sıkıldı tabii biraz ama vapurdan vazgeçmedik, köprüden geçecek kadar akıl sağlığımızı yitirmedik henüz allaha şükür. Ama ne oluyor? İnternet sitesinde “iskeleler kenti istanbul” diye reklam yapan şirket-i hayriye kapattığı iskelelere her geçen gün bir yenisini ekliyor, o da yetmiyor hat kapatıyor. Hem de hangisini? Beşiktaş-Üsküdar. Geçen hafta Beşiktaş’ta iskeleye emin adımlarla girdim, ayağımı sürüye sürüye çıktım. Üsküdar’a geçmek zorundayım, elimde kağıda sarılı kaşarlı tostum kalakaldım, “motora binemem annem kızar”. Ama durum ciddi, mevzu karmaşık, açıklama anlaşılmaz;

“Şirket-i Hayriye'den bu yana 150 yılı aşkın süredir devlet ya da belediye eli ile yürütülen Beşiktaş-Üsküdar arasında yapılan vapur seferleri tamamen kaldırılarak özel sektöre devredildi. İstanbul Deniz Otobüsleri İşletmeleri'nden (İDO) yapılan açıklamada günlük 5 yüz ila 7 yüz yolcu kapasitesi bulunan hatta hafta içi 20 dakikada bir yapılan seferlerin kaldırıldığı açıklandı. Açıklamada yolcuların mağdur olmaması için Dentur Avrasya Grup ile protokol imzalandığı, yolcuların tüm hakları ile bu motorları kullanabileceği belirtildi. İDO'da bulunan aktarma ya da indirimli yolculuk haklarının yapılan anlaşma çerçevesinde aynen Dentur Avrasya Grup'da da geçerli olduğunun açıklamada altı çizildi”


Bindim tabii çaresiz motora, tostu çantama koydum, çaysız gitmez bu meret. Yol arkadaşlarım arasında ilk kez su üstünde giden bir araca bindiklerini gizlemeyen, hafif ürkek ama yolculuktan acayip keyif alan, hanım olduklarını düşündüğüm üç kişi vardı. Pek eğlendiler. Değişiklik kaçınılmaz elbette böylesine hızla büyüyen bir şehirde ama şehrin kendisinin değil de –belli ki- rantın dayattığı değişiklikler gözüme batıyor, aklımı çimdikliyor.

sıcağın şehre ettikleri


Bir süredir şehirden uzaktayım, arada sırada gidip geliyorum, bedenim ve aklımla beraber.
Kızgınım biraz şehre ama öyle uzaktan değil, bayağı bayağı bir yakınıma kızar gibi kızıyorum, sevgiden şüphe olmadığı için de ağzıma geldiği gibi sövüyorum, sonra ağır konuştum diye geceleri oturup fotoğraflarına bakıp dertleniyorum. Sıcak vurmuş şehri, asfaltını, betonunu, insanlarını ve çocuklarını. Televizyonlar sıcakta mecbur olmayanlar sokağa çıkmasın diye anons ederken sokaklar cıvık cıvık insan dolmuş, hepsi gergin, kızgın, sıcağın sorumlusu sanki hep en yakınlarındakiler. Akdeniz ülkelerinde öğleden sonra o siestaya yatma sanki bizim şehirde yalnış anlaşılmış, herkeste bir hareket, bir bağırış, bir çağırış. Tüm çocuklar yaramaz, tüm anneler vahşi, satıcılar saldırgan, erkekler daha tacizkar, kadınlar hepten paranoyak. Karaköy altgeçitin sidik kokusu dışarı taşmış, eminönü iskelesinde yeni işe giren çocuk yolcuların ayaklarına iskele atma yoluyla şehirden intikam almaya çalışıyor, taktığı hande yener gözlüklerinin ne anlama geldiğini kimse söylemeye cesaret edemiyor, 35 derece sıcakta aniden yağmaya başlayan yağmur, önce, günlerdir ısınmakta olan asfalta, sonra üsküdar iskelesinde bekleyen kadının bedenine yapışıyor, kadın çok kızıyor, yağmuru savuşturamıyor, yanında babasına telefon etmekte olan oğluna vuruyor; “çağırma şunu eve, görünce cinnet geçiriyorum”. Oğlan susuyor, biriktiriyor. Mahmutpaşa’nın başında ablanın çantasını almış oğlanın biri, yokuş yukarı koşmuş, esnafın gücü yok peşinden koşamıyor, abla zaten sünnetçilerin köşede nefesi tüketmiş, ama bağrıaçılmadık küfürleri sallıyor yokuş yukarı, umurunda değil gelen geçen. Aşağıda ve yukarıda, şehreminliği ve belediye zamanlarında tezgah altından içki satanlar on gün sonra gelecek tütün yasağına bıyık altından gülüyorlar, zabıtaya selam, yola devam. Mahalleye giriyorum, çilingir yan dükkana geçmiş, daha geniş mekan, gece kulübünün yeni palazlanan sahibi dayanamamış kahvede emlakçıyla tavlaya oturmuş, filistin eşarbı boyundan düşmüş, sandalye arkasına asılmış, karizma sıfır. Entel bakkal ne zamandır benim içtiğim suyu getiriyormuş, “ortalarda görünmediğimden” şikayetçi, müslüman bakkalın şikayeti daha acıklı; en iyi müşterisi yukarı mahalleye taşınıyormuş. En iyi müşteri dediğimiz benim en iyi komşum, “olsun varsın” dedik, bakkal “araba çıkartırım servise” dedi, ben “iki adım öte, olmadı gece kalırım” dedim, ferahladık. Baktım pastanede hiç bir gelişme yok, poğaça mide yakıyor, vitrinin üstü gazete ile örtülü... ohh güvenle eve girdim, tavandan su akıyor, yatakodamla aynı seviyedeki gece kulübü maykıl caksın anma gecesi yaptığını sanıyor, ay inadına topkapı sarayının üzerinden doğuyor, miss... uyudum.





Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...