10 Kasım 2009 Salı

Surp giragos kilisesi


Ersilia’da oturanlar kentin yaşamını ayakta tutan bağları belirlemek için evlerin köşeleri arasına, renkleri akrabalık, takas, otorite, temsil ilişkilerine göre değişen, beyaz veya siyah veya gri veya siyah-beyaz ipler gererler. İpler artık aralarında geçilemeyecek kadar çoğaldığında çekip giderler. Evler parça parça sökülür; ipler ve dayanakları kalır yalnızca. Ersilia’yı terk edenler tüm ev eşyalarıyla konakladıkları bir tepenin eteğinden ovada yükselen kazık ve ip kargaşasına bakarlar. Erselia kenti hala odur, kendileri ise bir hiç. Ersilia’yı başka yerde yeniden kurarlar. Eskisinden daha karmaşık olmakla birlikte kurallara daha uygun olmasını istedikleri aynı şekilde dokurlar iplerle. Sonra onu terk eder, kendilerini, ve evleri daha da uzaklara taşırlar

Bu şehirde Calvino okurları Görünmez Kentler’i okurken tabii ki İstanbul’u okur gibi olurlar, kimi zaman benim başıma da geldi. Ama ben Diyarbakır’ı da görünmez kentleri de geç bir yaşımda görüp bağlanıp ikisini bayağı bayağı birleştirdim. Eski sevgililer gibi akla düştüğünde kalp çarptıran şehirler var benim hayatımda. Hani derler ya bir elin beş parmağı kadar, hah işte onlardan Diyarbakır. Bir akşam üzeri şehrin hiç olmaz bir yerinde, manzarasız, ufuksuz, bildiğim imgelerden hiçbirinin olmadığı köşelerinden birinde havayı içime çektim, kalbime kaçtı, kaldı orada. Sonraları Mardinkapı'dan çıkıp Dicle'ye yürürken, Dağkapı'da ofise gitmek içim dolmuşa işaret ederken, Bağlar’da nöbetçi eczane ararken kısa sürede, küçük anlarda oralı oldum.
Mardinkapı’da güneş batışını göreceğim diye sur üstüne çıktığımda
Ofiste italyan restoranına gittiğimde
Lise duvarında “neden ben gülüm” yazısını gördüğümde
Belediyede, sivil toplum örgütlerinin ofislerinde bizim buralarda “geçti artık” dediğimiz tedirginliği yaşadığımda
Kaderine bırakılmış, çatısı açık kilisede
Adamların bakışlarının umursamazlığında
Kadınların güzelliğinde
Oralı oldum
Şehirde en çok zaman geçirdiğim mekan orasıydı, adını bilmiyordum, adı sanı yoktu kapısında, kapısı da yoktu, ama insanoğlunun her gün rastgelebileceği yapılardan olmadığı belliydi. O şehirde el atılmış, “özen gösterilmiş” yapıları gördükten sonra o kilisenin restore edilmemesi, yüce devletimiz tarafından ihya edilmemesi için kendimce dua ettim. Bugün öğrendim ki restorasyonu başlamış, ilk etap çatısının kapatılması imiş, devamı için sponsor arayışı içinde imişiz.
Surp Grigaros kilisesi, ortadoğu’nun en büyük ermeni kilisesi. Hikaye uzun; 1515-18 yıllarında orada bulunan bir kilisenin camiye dönüştürülmesi sonucunda mezarlık içinde bir bina inşa edilmiş, zamanla metropolit bir kilise halini almış. 1700’lerde, sonra 1800’lerde yangın, yıldırım derken bayağı tahrip olmuş, doğa yeterince yok edemeyince 1914’de top ateşiyle neredeyse yokedilmiş. Yokedilenler arasında zilciyanların döktüğü 3 metrelik 24 ayar altın haç da varmış. Birinci dünya savaşında almanlara karahgah, sonrasında Sümerbank’a bez deposu olmuş kilise binası şimdi restorasyona giriyor. Çok korkuyorum. Çekül’e, Sur belediyesi’ne kişisel olarak çok güveniyorum ama bugünlerde siyasi pazarlık çok, yapıların, taşların açılıma kurban gidebileceği konusunda ciddi endişelerim var. Taş işi kolay değil, o taş ustaları elbet cennetteler, dilekleri kabul olur, dikkat etmek lazım.


6 Kasım 2009 Cuma

park ve bahçeler


Ben çok parkçı değilim, şu manada; Pazar sabahları kahvaltısı için şehrin manasızca yeşil bırakılmış yerlerinde menemen yerken saçıma giren dalın hangi ağaca ait olduğu üzerine polemiğe girecebilecek bilgiye sahip değilim, ayrıca hangi mevsimde çıkacağı belli olmayan bir allerjim var, ağaç böceklerine karşı çantamda ilaç taşıyorum. Ama bir süredir bu şehirde mahalle parklarının pek temiz ve uyumaya pek uygun olduğunu farkına varmaktayım. Yıldız parkı, emirgan, hidiv kasrı filandan bahsetmiyorum, Kağıthane'de, Tophane'de, ayaküstü simit yemelik, on dakika uyumalık, az ağlamalık, biraz kafa dinlemelik o küçük yerlerden bahsediyorum. Bir süredir bu şehrin park ve bahçeler müdürü olan adam beyoğlu’lu ve orman mühendisliği mezunuymuş. Beşiktaş’tan gelip Karaköy’e giden arabalara bakarken, ihtiyar, geveze bir çınar gölge ederken, temiz bir bankta oturup, yan bankta ağır mahalle dedikodusu eden amcalar mini eteğime laf etmezken uyuya kalabildiğim için park ve bahçeler müdürüne ve bana ilham veren yan bank komşuma teşekkür ederim.

insan neyle yaşar


Politik bir iş diye sunuldu bu bianel, Brecht’in, Marx’ın fotoğrafları bolca dağıtıldı basına tanıtımı yapılırken. Gariptir pek heves etmedim bu sefer bianele ama bugün sanat ya da siyaset dışında başka bir sebeble önce antrepoya sonra tütün deposuna gittim. Oysa en çok gitmek istediğim feriköy rum okuluydu, kısmet. Bu mevzularda geri kafalı olduğum malum ama bu kadar da duyarsız değilimdir herhalde, bir tane bile sinir uçlarıma dokunan iş olmaması orada kocaman bir bienal dururken sadece benim körlüğümden kaynaklanıyor olabilir. En heyecan verici görüntü kapıda güvenliğin, insanların çantalarından alıp üstüne gazlı kalemle isim yazdığı 0,5lt’lik su şişeleriydi. “İnsan neyle yaşar?” sorusunun bulunduğu bir kapıda insanların elinden suları alınıyordu. Tuhaf çok tuhaf. Bu bir iş değilse gerçekten tuhaf.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...