-->
Aylardır yazmadım gözüm İstanbul üstüne, çünkü
ben en başta “bir şehrin sahipleri o şehirde en çok fotoğrafı olanlar değildir”
demiştim, anı ile sahip çıkılmaz bir kente.
O yüzden yazamadım, sokağında gezmediğim kentte olanlara laf edemedim.
Aylardır, internette Ayvansaray lafı gördüğümde tıklamadım, Tarlabaşı’nın son
fotoğrafları günlerce gezdi tüm sitelerde, ikinci fotoğrafta kapattım. Meğer
böyle oluyormuş bilinçaltını kapatmak, bir tık. Hiç olmamış gibi. Arada afet
yasası çıktı, elbet mühim birşey, elbet afetten şiddetle korkuyoruz, en azından
ben korkuyorum. Ben kaç tane koymuşumdur bu sayfalara yıkılmakta olan binaların
fotoğrafını. Lakin kim inandı o yasanın o çatılar altında uyuyan insanları
korumak için çıkarıldığına? Hangi vicdansız inanabilir kentsel dönüşümün
hakikaten kenti sevenler tarafından icat edildiğine? O dönüşüm olduğunda kentin
dönüştüğü şeyi seven kim kalacak? Sadece geniş bulvarları, eşit yükseklikte
binaları, “yeşillendirilmiş” alanları, herşeyi yeni bir kenti kim sever? Hangi
turist fotoğrafını çeker allahaşkına?
Neyse lafım bu değil. Taksim. İstanbullu
herhangi birinin, hadi diyelim istanbul’u seven birinin, şu günlerde olanlara
kalbi acımadan bakması mümkün mü? Geçen gün “Taksim’e ilk kazma” başlığını
gördüm ve derhal bilgisayarı kapattım ve yaşadığım kasabada su kenarına gittim.
Unuttum.
...
Meydandan geçmek çok zordur, dilediğin yerden
geçemezsin, ışıklar sana zikzak yaptırır, çarpışa döğüşe, küfrede, söylene
geçersin bir baştan bir başa. Herkes meydanın bir yerinde randevu verir,
felaket, yaz günü, hiç gölge yok, pişersin, kış desen zaten sağdan ben diyeyim
kurandel, sen de poyraz. Parkın merdivenlerinde egzoz dumanından duramazsın, Marmara’nın
önünde kıyafetin yakışık almaz. Büfeler önünde rüzgardan saçın bozulur, ayrıca
kokarsın. AKM önü – eğer AKM’yi hala bilen biriyle buluşuyorsan - karsa,
yağmursa ayağın kayar, yazsa gölgede yer bulamazsın. Metro çıkışı zaten berbat,
yazın gölge yok, kışın buz. Velhasıl taksim meydanı zaten sevdiğimiz bir yer
değil, bir sürü kötü anımız var, hepimiz en az bir kere ekildik orada, buluşmak
için randevu verdiğimiz yerin adı değişmiş olduğu için, trafik tıkandığı için,
metro bozulduğu, Şişli’de bir kaza olduğu, Galata köprüsü kapalı olduğu için
ekildik, ama asla çirkin olduğumuz için değil. Akşam baskısını aldık meydandaki
büfeden, tutturamadığımızı gördük üniversiteyi, düğün salonundaki düğünden çok
sıkıldık, karbonatlı çay içmeye çıktık gezideki çaybahçesine, yenilen
bibergazı, dayak ve hatta kurşunlardan bahsetmiyorum bile. Yani hakikaten pek
de sevmeyiz Taksim’i. Ama herkes gelir Taksim’e. Dolmuşun Aksaray’dan, tramvayın
Eminönü’nden, metronun Bağcılar’dan, otobüsün Şişli’den, taksinin Beşiktaş’tan,
arabanın Nişantaşı’ndan getirdiği de gelir taksime. Sonra hepsi yürür. Kimi
meydandaki heykele çelenk koyar, kimi Asmalımescid’de şatobiriyan ısmarlar,
kimi meydanda kalır, iki bira alır büfeden, diğerinin koyduğu çelengin yanında
demlenir, meydandan az ötede dolanıp para kazanır erkek el ayaklı kadınlar, biri
yeni çıkmış bir cd’yi, bir diğeri yüzyıl önce basılmış bir kitabı bulmaya
gelir, kimi de sadece evine gider –evet inanmazsınız orada yaşayan insanlar
var-, kimi bankaya, belediyeye yürür hızla, kimi de cumartesileri öğlenleri Galatasaray’a
oturmaya gider, gözü yaşlı, ama kimi de en çok sadece gidip gelir, oralı olmak
için, orada olmak için.
Taksimi yok etmek isteyen birileri olamaz,
yanlışlık yapılmış olmalı.
Taksim'de sevgilisi ile buluşmamış
bira içmemiş
eylem yapmamış,
orada yaşamamış
şatobiriyan ısmarlamamış
kalabalıkla beraber metrodan meydana çıkıp
yüzü gülmemiş
etabın önünde donmamış
ekilmemiş
gezide çay içmemiş
yeni çıkan bir cd’yi almaya uğraşmamış
100 yıl önce yazılmış bir kitabın peşine
düşmemiş
sıkıntıdan bir boy yürüyüp gelmemiş
oralı olmaya çalışmamış
Buna karar verenler arasında bunlardan bir
tanesini bile yapmamış birileri olamaz. Yoksa var mıdır?
Dur dur... buldum.. yoksa tüm bunlar olamasın
diye mi? Yok artık!