29 Ağustos 2008 Cuma

İlle de roman olsun romanlar bizden uzak olsun


Diyelim ki her şey kanuni, sözler verilmemiş, Unesco o raporu hiç yazmamış, tebligatlar yerlerine ulaşmış, öyle bile olsa sabah altıbuçukta, sabah namazını müteakiben buldozerlerle yıkıma başlamak ne kadar ahlakidir? Kaldı ki kanuni olan bir durum yok ortalıkta, mahallede ve hatta memlekette. Mevzu karışık; Fatih belediyesi ile nam-ı diğer Sulukule, Neslişah mahallesi arasında aylardır sürüp giden, Unesco’nun, STK’ların, Avrupa Parlementosu’nun da muhatab olduğu, adaletsiz, gerçekdışı bir kavga. Sonu buldozerlerle biten, tarafların eşit siklette olmadığı, İstanbul tarihine “kötü yönetim” örneği olarak geçecek manasız bir kavga.

İstanbul’un Surdibi mahallerinden Neslişah ve Hatice Sultan mahallelerine biz aramızda sulukule diyoruz. Senelerce çingene dediğimiz, ama şimdilerde sebebini anlamadığım (bilmediğim) bir biçimde romen olarak adlandırdığımız istanbullular’ın yaşadığı eski bir mahalle Sulukule. Şehrin ortasında. Hemen yanından metro bile geçiyor, ama her nedense durağın adı ulubatlı Hasan!

Mahallede yaşayanlar birbirlerine bağlı, eski usul, aşağı yukarı hepsi aynı meslekteler, dini bütün değiller, zengin değiller, yeni gelen yok aralarında, hatırlayamayacakları kadar eski zamanlardan beri buradalar. Varoluşları beraber yaşamalarına bağlı, orada, surdibinde, biraz sokakta, biraz evde, biraz komşuda.

İdare edilmesi kolay olmayan hareketli bir cemaat. Yönetmeyi bilmeyen, yönetmek için emek harcamayan bir iktidarın ilk aklına gelen parçalamaktır. “Madem yönetemiyorum, yokedeyim”. Önce içerden dener parçalamayı, gizli nifaklar, küçük ödüller, olmadı cezalar. Bu mahallede başaramadı bunları yönetim, garip bir biçimde tüm zorluklar mahallenin meşruiyetini kuvvetlendirdi. Sonra sular kesildi, sonra telefonlar ve sonra bir sabah, çevik kuvvet eşliğinde buldozerler girdi mahalleye. Meselenin “hallediliş” biçiminde bana alçakça gelen bir taraf var, hatta tümü alçakça diyebilirim rahatlıkla. Yönetimin haklı oldu yanlar varsa da, bu alçaklık bunları ortadan kaldırdı.

Bahanelerden beni en çok güldüreni ve ağlatanı “kaçak yapı” oldu.

Sulukulede en yüksek bina dört katlı (idi).

27 Ağustos 2008 Çarşamba

masal


bir kent varmış, kimi yerde yeşil kimi yerde mavi, akşamları pembe sularla çevrili. Dağları ağaçsız, köyleri silme zeytin bergamut. Evleri taştan insanları etten bir kent. Suları küplerde, soğanları duvarda, fesleğenleri bahçede, meyvaları ağaçta, elleri toprakta, kadınları koynunda yürekleri allaha yakın ademlerin kenti imiş. Yaz geceleri evlerinin damlarında kurdukları yüksek yataklarında “yıldızlar ne yakın toprağa” derlermiş. Sabah tohum atar toprağa, akşam çeşmelerden gelen sularla sularlar, yatar kalkar, sabaha otlarını toplarlar, akşama aş yaparlarmış masalarına. 
Zamanın, aşın, aşkın bol olduğu kentin kapılarından bir akşamüstü, zamanı dar, aşksız bir adam girmiş. Bu zavallı adam aşksızlıktan ve zamansızlıktan hiç bir şey, ne bir kelime ne de bir meyva üretemezmiş. Mavi, yeşil ile başedemeyen, sadece kahverengi pantolan giyen, suyun derinliğinden korkan bir adamcağızmış. Çok kıskanmış o yüzden ağaçları, her bahar çiçek açan rengarenk ağaçları, narların kırmızısından, bademlerin beyazından nefret etmiş. Suyun üstünde durmayı beceremediğinden deniz olmasın istemiş. Zamansızlıktan, hayatında hiç yıldızlara bakamamış, görememiş bu zavallı adam, dama bile çıkmaktan korkmuş, çamaşır asılan, sevişilen, muhabbet edilen bu damlara. Göremediği yıldızları kimseler de görmesin diye, her ıssız karanlık yere, yere yakın, gökyüzüne uzak topraklara ışıltılı, parlak binalar dikmiş, ki yıldızların gölgesi bile düşmesin bahçelere. Yıldızları kaybeden kentliler su üstünde ayın şavkını, aysız gecelerde yakamozun parıltısını seyre dalmışlar. Daldıkları gecelerden birinde zavallı adam, yatağına büzüşmüş, korkuyla, düşünmüş denizi toprakla doldurmayı ki aşıklar ayın suya yansıyan gölgesinde sevgilerine bakamasınlar, ki dostlar yakamozlu gecelerde sandallarda sırlarını açmasınlar birbirlerine. Deniz toprakla, gökyüzü havai fişek ile dolduğunda kentliler taştan evlerine çekilmişler, ocaklarının yanı başında sevmişler çocuklarının başını, serin hayatlarını sulamışlar sabahları, akşamüstleri zeytine su verip kadınlar erkeklerine sokulmuşlar. Serin bir hayatı olmayan, olamayan zavallı adam hayatlı taş evler yokolursa hayatının serinleyeceğini sanıp – ah zavallı- taş evlerin duvarlarının hemen bitişiğine beton döşemiş, çok uzakta bir coğrafyanın duvarlarını, görmeye, duymaya engel balkonlarını taşımış, taştan evler küçülmüş, nefessiz kalmışlar, sularının yolu kesilmiş, pencerelerinin ışığı sönmüş. Kentliler gitmişler zeytinin altına yatmışlar, ailelerini korusun, serinlik, aş, aşk versin diye. Zeytin sarmış çocukları sevgiyle, gölgesinde serinlik, yemişinde aş, durgunluğunda aşk bulmuşlar. Zavallı adam nemli, ıssız kabusunda zeytini düşmanın son kalesi olarak görmüş, uyanmış karanlık uykusundan, sökmüş yerinden önce zeytini, sonra inciri ve sonra bergamutu. Yıldızsız, susuz, zeytinsiz, kuru, sıcak, yalnız uykusuna geri dönmüş. Kentliler yedikleri son zeytinin çekirdeğini toprağa atmışlar, çocuklarının başını sevmiş, sevdiklerinin dudağına dudaklarına değdirip yola çıkmışlar, çekirdeğin ağaç olup, toprağın tekrar deniz olduğu zamana dek yürümüşler. Zavallı adamın kabusları portakal bahçeli düşlere, havai fişekler yıldızlara dönüştüğünde geri dönüp, taştan evlerinin damlarına çıkıp uyumuşlar. 


Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...