29 Aralık 2008 Pazartesi

taksim maksemi



Biz eskiden belediye yalakları derdik, kırk yıllık taksim maksemi oldu sana Cumhuriyet Sanat Galerisi. Kırk yıl lafın gelişi tabii, 276 yıl aslında. Maksem, suyun taksim edildiği yer anlamına gelir ki zaten Taksim de adını bu mekandan almıştır. Bir zamanlar şakır şakır sular akardı, kışları üşüme, yazları serinlik hissi verirdi, sonra sular kesildi, oysa aynı zamanlarda bu şehrin denizinin ortasından bile havaya sular fışkırtan manasız düzenekler kurulmaya başlanmıştı. Neyse bu ayrı mevzu, karıştırmayalım. Bir süredir, hummalı bir çalışma vardı maksemde, geçenlerde inşaat bitti ve içinden tam bir cumhuriyet galerisi çıktı, ilk serginin adı Sinne-i millet, tabii… Eskiden su akan ön cephe belediyenin övünme panosuyla –hayli uzun- kapanmış. Rüküşlüğün bini bir para, buna alıştık da benim anlamadığım bu belediye yalaklarının niye bunca güvenlikle korunduğu, sanırsın altın suyu akıyor içinden. Komik duruyor.

ayvansaray



Ben bunu gördüm. Ayvansaray’da Ayvansaray kuyusu sokakta, süslü kıyafetler satan, camında “overlokçu aranıyor” yazan bir dükkanın önünde, tam önünde de değil aslında, dükkandan ayrıksı, sokağın neredeyse ortasında duruyordu. Sokak kesinlikle tasarımcıların, marjinal grupların yaşadığı bir sokak değil, camili, kiliseli, araba tamircili, bakkallı, kısa, dar klasik bir haliç sokağı. Anlamadım, ama uzun süre gülümsedim.

24 Aralık 2008 Çarşamba

küçük hikayeler IV denizciler kitabevi


Mucizeler de oluyor elbet, burası beyoğlu. Kuruyemişçi olmuştu güzelim denizler kitapçısı,
http://dilruba-dilruba.blogspot.com/2008/04/kk-hikayeler-ii.html

ama bir pazartesi baktım kitapçıya geri dönmüş, şaşkınlıkla caddede gitip geldim, gözlerime inanamadım, deli deli dönerken, ahbablara yakalandım, kolumdan tutup kahve içmeye götürdüler, tünele karamut kahvesine; iki sade, bir çay, bir neskafe. Dönüşte yine baktım valla geri dönmüştü denizler kitapçısı.

16 aralık 2008



Eskiden avrupa şehirlerinde ne çok özenecek şeyimiz vardı ; peynirler, ayakkabılar, yüzükler, yatak örtüleri, lambalar, kalemler, mumlar, artık hiç birine bakmaz oldum, alası var memlekette ama kitaplar ve cdlere hala ağzım sulanarak bakıyorum. Hala kitapçılar pasta dükkanı gibi görünüyor gözüme. Gariptir, çok katlı, binlerce kitabın bulunduğu uluslararası kitapçılarda özenmiyorum hiç bir kitaba. Ama o dar merdivenli, kitapların çekip çıkartılması eziyetli raflı, koridorlarında yere oturmuş, dünyanın sırrını bulmuş bir ifade ile suratıma bak-mayan- adamlarla karşılaştığım dükkanlarda, yere yatasım geliyor, biri beni gelip kaldırana kadar yatsam, bildiğim kitapların olduğu iki üç rafı –mutlaka yalnış anlaşılmış, yalnış düzenlenmiş- elden geçirsem diyorum. Bir ya da iki kitap alıyorum, çıkıyorum. Bayağı canım acıyor.

18 Aralık 2008 Perşembe

15 aralık 2008


Zor bir sabahtı. Şehrin en güneyine doğru otobüse bindim, cite universitaire’in büyük kapısında indim. Cite Universitaire bir nevi üniversite yurdu ; farklı ülkelerin kendilerine ait, kendi mimarilerindeki yurtlarının bulunduğu çok büyük bir alan. Sessizdi, yeşillikti, yerler buz tutmuştu, binalar etkileyici, insanlar gençti, ve işte bu sabah burada olma nedenim karşımda duruyordu, bir süre durdum baktım, soğuktan mı, nostaljiden mi anlayamadım, gözümden yaş geldi. La maison des etudiants Armeniens (Ermeni öğrenciler evi) tüm ihtişamı ile bıraktığım gibi duruyordu. Kaldığım her odanın camına ayrı ayrı baktım, içerinin kokusu geldi burnuma, mutfakta pişen antep yemeklerinin, koridorlarının temizliğinin, odalarda pişen kahvenin. İçeriye giremedim, vedalaştım.

14 aralık 2008



Soğuk korkutur beni, hele yağmurla ürkünç bile olabilir. Hele bir de kendimi sokağa çıkmak zorunda hissediyorsam vay halime. Evden çıkmalı, hızlı hareket etmeli ve yine kapalı bir yere girmeliydim, öyle bir yer olmalı ki bu şehirde olduğumu hissttmeliydim. Beaubourg’dan daha uygun bir yer olabilir mi ? Beaubourg sadece bir müze ya da sergi salonu değil, koca bir dünya. İtiraf ediyorum ; sergi gezmedim, kitapçısında vakit geçirdim, kahvesinde kahve içtim, yağmur durulunca Musee Carnavalet’ye gitmek üzere Marais’ye doğru yolaldım. Carnavelet 1548’de inşa edilmiş bir hotel. (aristokratların meskeni manasında). Tarih öncesinden bugüne kadar geniş bir koleksiyona sahip ama ben tabii ki kendimi 18 - 20. yüzyıllarla sınırladım. Marcel Proust’un odasını, Voltaire’in koltuğunu görmek etkileyiciydi tabii ama yalnız olmama rağmen gördükçe yüksek sesle nidalarda bulunduğum uzun koltuklardı. Herbirinin adı farklı ; düşes, kırılmış düşes, sırdaş, prenses… 
Ne çok mobilya, ne çok aksesuar, ne geniş mekanlar…

13 aralık 2008


Bir şehirli hangi şehirde olursa olsun kendine ait bir yerler bulmakta gecikmez ve sanırım aşk da olduğu gibi şehirlerinde her yaşta geçilen farklı yolları vardır. Ben bu şehrin kuzeyinde yaşamadım, oysa her geldiğimde biraz daha rahat hisseder oldum buralarda, mesela Clichy’de. Fazla Henry Miller okumuş olmamın bir etkisi olabilir mi acaba ? 
Gerçek bir turist olmaya karar verdim, müze gezeceğim, liste bile yaptım. Modernlerde gözüm yok, arkeolojide hiç yok. 17 ile 19 yüzyıl arası bana yeter de artar bile. Sabah musee d’art decoratif üç saatimi aldı, üstelik her yerini de gezmedim, her odada ikişer üçer saat olması neyle açıklanıyor acaba ? 
Öğlen yol arkadaşlarımla buluştum, Passage Vivien’de bir şarap degüstasyon yerinde şarap içtim, ne anlarım ben degüstasyondan ? 

Günün ilk yarısını ağır burjuva geçirmiş olmanın verdiği yükünü hafifletmek amacıyla kendimi Clichy’ye erotizm müzesine attım. Oldukça farklıydı sabah gezdiğim müzeden, haliyle. Yedi kat erotizm –kimi katlarda pornografi- yüzüm gözüm açıldı. Çok soğuk, bu gece evde oturmalı

12 aralık 2008



Burada yaşarken çok sık zaman geçirdiğim mekanlardan biriydi institut du monde arabe (arab dünyası enstitüsü diyelim). Nehir kıyısında, şehirden oldukça ayrıksı modern bir yapı, hep iyi sergiler olur, kahvesi pek keyifli, kitapçısı zaten cüzdan düşmanı. Bu günlerde Mısır ve bonaparte sergisi var, gitmemek olmazdı. Giderken de aklımın bir köşesinde kahramanıma ait bir şeyler bulma ihtimali vardı, buldum, Kavalalı Mehmet Ali’nin kocaman bir portresi bir köşede beni bekliyordu, selamladım, hal hatır sorma derken baktım hava kararmış, tam çıkarken çok tuhaf bir mobilya ile karşılaştım, bir çeşit kütüphane, Bonaparte’ın yazdırdığı o koca mısır kitapları için, o kitapların boyunda özel olarak yapılmış, bakakaldım.

11 aralık 2008


Dördüncü katta olmama rağmen sokaktan, yabancı bir ülkede olmanın verdiği rahatlıkla yüksek sesle konuşan ve herşeye manasızca şaşıran turistlerin sesi, gürültüsü geliyor. Dar bir sokak, suya yakın, 30 adım sonra nehir akıyor şehrin ortasında. 
Günleri, saatleri kaçırmamak için hızlı yürünür, hızlı bakılır yabancı şehirlerde. Şimdi günün sonunda, unutmamak, anlamlandırmak için baştan hatırlıyorum günü, bana kalan imgeleri, hangi köşede ne hissettiğimi. 
Yalnış bir bilgi ile başladım güne, yalnış olmasına sevindim sonra. Serginin adı Cesare Pavese-yaşama sanatı diye yazıyordu, Pavese’nin günlüklerinin (yaşama uğraşı) sergilendiği bir sergi olsa gerek diye düşündüm. Sabah sabah kendimi üzmeye sergi salonuna gittim, hüzün filan değil, bayağı bayağı acı görmeye hazırlamıştım kendimi ki serginin afişini gördüm ; Cesare Pavese ve Torino’su. Mevzu günlükler değil, yazar ve şehri üzerineydi. Rahatladım neredeyse. Kim ister görmek o satırların el yazısı halini, bir adamın yaşamıyla ilmek ilmek uğraştıktan sonra uğraşısında başarısız olmasını ? 
Çok yürüdüm soğukta, alışmaya çalıştım şehre. Sıkıntılı bir ilişki benimki bu şehirle, bu haliyle. Emlakçı gezerken sokaklarını öğrendim ben bu şehrin, yabancılar ofisi, elektrik idaresi, bir arkadaş evi, bir konferans salonu ararken ezberledim sokak adlarını, şimdi boş boş, günü yakalamaya, bildik köşelerde bildik suratları görmeye uğraşmak insanın gücüne gidiyor, sanki eski bir dost uzaktan selam vermiş, hızla uzaklaşmış gibi. Bu hissi atlatmak için yürüdüm, çok yürüdüm. Yüz vermedim tanıdık sokaklara, akşama doğru, fotoğraf makinamı çantamdan çıkarmaya cesaret etmiştim. Utanmadan mehtap ışığında bir Pont neuf fotoğrafı bile çektim. 

5 Aralık 2008 Cuma

dolmuş


Dolmuşun bu yüzyılın mühim icadlarından biri olduğunu kimse inkar edemez sanırım, şimdi gün be gün biz farketmeden yokolan bir icat. Niye yokolduğunu anlayamadığım, kimseye zararı olmayan, faydası anlatmakla bitmeyecek bir sistem dolmuş. Ayakta, kalabalıkla yolculuk etmek istemiyorsan, otobüse vereceğinden biraz fazla, taksiye vereceğinden hayli az bir paran varsa dolmuşa binersin. Güzelim amerikanlar dolmuşçuluğu bıraktı, tamam onu anladık, arabalar değerli, müzelere kalktılar, yerlerine sarı minibüsler geldi, içinde para uzatmakta zorlandık, peki niye dolmuş parkurları sürekli olarak yokoluyor? Beşiktaş-Bebek dolmuşuna ben bir gün olsun kuyruk beklemeden binmedim, demek müşterisi vardı, bir gün iki iskele arasına gittim, ne kuyruk ne de dolmuş var. Karaköy-Harbiye hattının kalkmasının hadi bir açıklaması var, memlekette sınıf farkı arttı, Nişantaşlılar vapur kullanmıyor, Karaköy’e işi düşenler –nalbur alışverişi yapanlar, balıkçılar, kerhaneye gidenler, tarım ilacına ihtiyacı olanlar- Harbiye, Nişantaşında oturmuyor. 
Diyeceğim odur ki yakındır dolmuşun nostaljik bir nesneye dönüşmesi, Beyoğlu tramvayı gibi, 56 chevrolet’lerin tur attığı sembolik bir parkur görmemiz. Haa.. ben biner miyim? Binerim. Özledim. 

4 Aralık 2008 Perşembe

Vlora han (güllü bina)



Bir laf arıyorum, umursamazlıkla cahilliğin bir arada olduğu hatta içinde biraz da suç anlamı bulunan, bulursam bu yapının bugünkü halini tarif etmek için kullanacağım. Alaladelik desem az kalır.
Ben güllü bina dedim gördüğümden beri, yanından geçerken neredeyse kokusunu duyarım güllerinin, adı “Vlora han”mış. Adı yok binanın üstünde, varsa da görünmüyor, hertarafı tabela ile kaplı. Bir köşe bina, hani gavur memleketlerde rastladığımızda heyecanla fotoğrafını çektiğimiz, kalın kaplı fotoğraf kitaplarında gördüğümüzde, “vay be adam yapmış” dediğimiz o, şehrin güzel köşelerini tutan, tuttuğu köşenin hakkını veren yapılardan benim güllü binam. Kıyıda köşede de değil üstelik, bayağı bayağı şehrin ortasında, Sirkeci’de, büyük postanenin çaprazında, Muhsirbaşı sokak ile büyük postane sokağı birleştiren köşede, sirkeci garının isini üstüne giymiş, tüm o çirkin tabelalara rağmen hala fingirdek, sırtında güllü şalı ile mütevazi duruyor. Oysa bu şehirde hiç de mütevazi durması gerekmeyen yapılardan biri Vlora han, her katından ayrı ezgi gelse, tomurcuk açan o balkonlarının her birinden ayrı güzel kadın başı uzansa hiç bir istanbullu’nun şikayeti olmaz sanırım. Ama şimdilik böyle işte.

27 Kasım 2008 Perşembe

Sancta Terra


Hep kapalı duran kapılar var bu şehirde, sıklıkla önlerinden geçtiğim, belki bir gün açık bulur, gizlerini keşfederim diye beklediğim. Bunlardan iki tanesi yanyana, bir köşeyi tutmuşlar ; biri Tomtom kaptan sokağının, diğeri Postacılar sokağının son kapısı, aslında ikisi de aynı mekana açılıyor. Bu köşe, zaman, mekan yitiminin yaşandığı o sayısız istanbul köşelerinden biri. Kapılardan biri Sancta terra şapelinin diğeri ispanyol elçiliğinin kapısı. Tabii ikisi de kullanılmıyor bugün. İspanyol fransiskenlere ait şapel 1871 yangınından sonra inşa edilmiş, 1670 yapılan aslının yerine. Şapelin içinde mezarlık varmış, görmeye can atıyorum. İçinden yukardaki Santa Maria kilisesine de geçit varmış, ah bir açık yakalasam şu kapıyı… Elçiliğin tabelası şapel kapısının üstüne asılmış, bir manası yok sanırım, öylesine pencereye sıkıştırılmış. Postacılar ufak bir dirsek yaptıktan sonra bu dar köşede tomtom kaptanla birleşiyor, yine de aydınlık bir noktası şehrin. Küçük İtalya derlermiş ya bu bölgeye, doğru gerçekten.
Sokak fotoğrafı, kapıların tam önünden görülen Tomtom kaptan sokağının halidir. Şahanedir. 



24 Kasım 2008 Pazartesi

iskele battı





Bu sefer tek çarpılan ben değilim, lodos tüm şehri çarptı. İki üç gündür üç kuruşluk akılla geziniyorum sokaklarda. Dün sabah, aralık kalmış pencereden lodos sızdı, çalan telefonlara rağmen uyanmayı kesinlikle reddettim. Sonra merak ettim bu telefon niye bu kadar ısrarcı diye, yorganımla vedalaştım ve cevap verdim telefona;
- karaköy iskelesi batmış
- tusinami?
- lodos
- tek yıktığı ben değilim yani
- dalga geçme, batmış valla iskele
- 2010 dünya başkentinin iskelesi mi batmış yani? şahane. 
- böyle anlaşamayacağız, sen bi kahve sigara iç sonra konuşuruz.
- hı.. tamam.

Batmış gerçekten koca iskele, şaka değilmiş, oysa şaka olmalıydı. Diyorum, kimse inanmıyor; “Bu şehirde deniz ve demir yollarına karşı olan cinlerin varlığına ciddiyetle inanmaktayım.” Karaköy iskelesinin ilk batışı değil bu, şu farkla ki, 1958’de iskele yan yattığında zaten öncesinde dubaların eskiliğinden dolayı kapatılmıştı. Benim ilk kullandığım iskele ise 1966’da hizmete giren çelik konstrüksiyon olanıydı, anneannemde kaldığım akşamların sabahında, 7:10 vapuruna o iskeleden bindim, 1984’de yenisi geldi, 7:10 vapurunun saati değişmedi, eskisi hala Harem’de duruyor. Ben yenisini hiç sevemedim, sanki geçici bir yapıymış gibi gelmişti bana, oysa geçen cuma gecesine kadar dayandı, ve deniz lodosla, karaköyle ve hatta şehirle işbirliği yapıp, mekana hiç de yakışmayan o binayı yuttu. Sevip sevmemem mühim değil, oradaydı, önünde çok bekledim, içinde çok gazete okudum, turnikesinde takılıp çok vapur kaçırdım, karşısında bira içip girip çıkana çok baktım, çıkışında ahbap karşıladım, şimdi yok. Tuhaf. Yenisini heyecanla bekliyorum.

9 Kasım 2008 Pazar

giriş arka sokak


Yolcuzade sokağı. Azapkapı’da. Aslında azeb kapı, deniz piyadesi demek olan azebden alıyor adını, malum hemen yanı, tersane. Perşembe pazarından Unkapanı köprüsüne giderken sağda otopark olarak kullanılan bir sokak. Sokağın başındaki hamamdan, az ötedeki Arap camiinden (eski kilise), arkada görülen duvarlardan da belli ki bir bizans yapısı söz konusu olan, biz otopark olarak kullanmayı tercih etmişiz. Pek güzel olmuş.

Galata'dan aşağı inmek


Bu şehirde yokuş inilir, merdiven çıkılır, yokuş çıkılır, merdiven inilir. Sokakta bisikletle gezenlere şaşırıyorum, nerelerde oturur onlar? 
İlk metronun oraya yapılmasından da belli, Karaköy - Galata arası pek dik bir yoldur, seçenek çeşitlidir ama merdiven ya da yokuştan kaçmak imkansızdır. Yüksek kaldırım tabii en bilinen ve en hareketli seçenektir. Ben Galata kulesinin dibinden, Saint George’dan kıvrılıp, Pietro e paoli kilisesinin duvarındaki aşk ilanlarını okuduktan sonra, Eski Banka sokağına inerim, Sen Piyer hanının acıklı haline üzülüp (hani şu 1772’de fransız elçisinin yaptırdığı ve cephesinde hala bourbonların fleurs de lys’li armalarının bulunduğu han), kesinlikle dosdoğru bankalar caddesine inmem, sola, Avusturya Lisesi’nin sokağına sapar, illaki Camondo merdivenlerinden inerim. Bu merdiven tabii ki şehrin diğer merdivenlerine benzemez, kız gibidir, trabzanlarının kıvrımları pek cüretkardır. Bana öyle geliyor ki aile bu merdivenleri, sırf kendileri için, yukardaki evlerinden -hadi malikane diyelim- aşağıdaki bankalarına ulaşmak için yaptırmışlardır. Yukarı çıkmak için aynı yolu denemem bile, tünele binerim, son zamanlarda binanın içinde etrafıma bakmamaya çalışarak hızla biniyorum; o ürkünç, umumi hela görüntüsüne tahammül edemiyorum. Taklit yetenekleri bile yok bu adamların. 

22 Ekim 2008 Çarşamba

Kadırga


Alçak uzun bina seviyorum, bu şehirde az olduğundan olsa gerek, gördüğümde durup bakıyorum, baktığımda binanın arkasında bir kilise ve üstelik bir de kubbeli kilise görünce şaşakalıyorum. Uzun bina görmek zor, olsa olsa dini bir binanın dükkanları olur, nitekim bu da öyle; rum ortodoks kilisesi ayia kiryaki kilisesinin, kadırga limanı caddesinde bir güzel yayılmış dükkanları. Binayı görünce gözüm kilise aradı, kafamı kaldırdım, oradaydı çan kulesi, ama hani o ancak tanzimattan sonra izin verilen kubbelerden birini görebilmek için arka sokağa geçmem gerekti. 100 yıl önce yapılmasına izin verilen o kubbenin fotoğrafını çekmemden haz etmedi mahalle delikanlıları, oturup anlatamadım tabii kendilerine o kubbenin altında ne mühim tablolar olduğunu ve o kubbe orada olmasa alt katında o kadar ucuza döner yiyemeyeceklerini. 

sarsılmaz


Ben böylesine ismiyle müsemma bir mekan hiç görmedim doğrusu. İki senedir yavaş yavaş yıkım sürüyor, sağında solunda ne varsa yerlebir oldu, silah dükkanı yerinde duruyor, durduğu yer de az değil, tophane binasının altı; zamanında koca imparatorluğunun silah ürettiği binanın zemini. Bugün kuzen laf etti; “merak ediyorum belediye geldiğinde ne diyor bu adam da hala orada durabiliyor?” Gerçekten nasıl durabiliyor, sağı solu yıkılmış, piyasası bitmişken o dükkan orada? Dükkanın adı “sarsılmaz” olmasa bu kadar direnebilir miydi acaba? Diğer dükkanlar yıkılıp arka duvarlarının bayağı bayağı tophanenin taş duvarları olduğu ortaya çıkmamış olsaydı dert etmeyecektim, ama şahane bir duvar çıktı arkadan, arada bir dükkan kesiyor güzelim duvarı; sarsılmaz

2 Ekim 2008 Perşembe

Bayram


Uzun bayram tatillerinde şehirde kalmayı hep sevmişimdir, tek zorluğu ilk gün, tüm kalanlarla beraber köprü geçmek zorunda kalmaktır. Her nedense herkesin akrabası kendine göre “karşı tarafta”dır. Anlaşılmaz bir durum; bayramda her istanbullu köprüden en az bir kere geçmeye çalışır. Her neyse, bu köprü sorunu halledildikten sonra, bayram İstanbul’u pek keyifli bir hal alır. Şehirde kalanlar arasında tuhaf bir dayanışma hissi doğar sanki. Uzun zamandır planlanan ama bir türlü gerçekleştirilemeyen buluşmalar, kolaylıkla, kimi zaman tesadüfle, kimi zaman ufak bir çaba ile gerçekleşir, zaman kısıtlı olmadığı için uzun konuşulur ve hatta susma lüksüne bile sahip olunur. “Bitmeyen işler yüzünden” bir türlü vasıl olunamayan o kanapeye artık yayılınabilir, seyredilmesi hiç de şart olmayan filimler ardarda seyredilebilir, çizgi romanlar suçluluk hissine kapılmadan ferah ferah okunabilir. Misal ben, üç romantik komedi seyrettim (şimdi kendime gelmek için 5 csi, 3 shield, 3 numbers bölümü seyretme cezası verdim), iki martin mystere okudum. Mercan’da çeyrek kokoreç, midye tava yanında yarım bira içtim, Asmalı mescit’te yürürken Şimdi’de ikamet eden ahbabımı görüp içeri girdim, sonra tanığım ve şehirde kalan tanıdığım –sanırım- herkes içeri girdi, Şimdi’nin sarımsaklı makarnası makbul, onu anladım. Bir başka bayram gününde Çukurlu çeşme sokağında kararsız dururken, ya İstiklal’e doğru yürüyecek Simurg’un açık olup olmadığına bakacaktım ya da Sıraselviler’e çıkıp, kalabalığa karışmadan eve dönecektim ki Nizam pide’de karın doyurmakta olan arkadaşlarımın olduğunu öğrenip Büyükparmakkapı’ya yöneldim. Aslında ben Balık pazarın’da ki Nizam pide’yi tercih ederim ama bu da iyidir. Adı yanıltıcı Nizam pide’nin, beğendi “yatağı”nda tas kebabını kuşbaşılı pidesine tercih ederim açıkcası. Ama bu bayram günü sadece bir çaylarını içtim ve sonuçta İstiklal’e yönelip, Simurg’a girdim, çay servisi, kedileri, depodan çıkarılan kitapları ile evet açıkmış, masraf kapısı. Sonra caddeye çıkmaya cesaret edemedim, geri döndüm çukurlu çeşme’den sıraselviler’e, çukurcuma’ya dönmeden markete girip, kanapemde şart olmayan filimleri seyrederken yiyeceğim gereksiz yiyecek ve içecekleri aldım. Eve girmeden, ahbab olduğum dükkanlara kafamı uzatıp iyi bayramlar diledim, bir tanesinde Yansımalar çalıyordu. Bakkal Cafer takım kıyafet giymişti. Bayramları seviyorum.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Yağmur


Sigarasını yakan cama çıktı sokakta, pek mutluyuz. Yazın uzatmaları oynadığı bu mevsimde artık mazgallardan gelen koku çekilmez bir hal halmıştı. Ayrıca kedi beslemenin, yemek artıklarını sokağa fırlatmak sananlar yüzünden, sıcaklarla beraber hoş olmayan görüntüler ve kokular çöpçülerin başedemeyeceği bir aşamadaydı. Ama yine de bir istanbullu’nun sonbaharın ilk şimşek çakması ile kendini keyifle cama, balkona, olmadı sokağa atmasının sebebi, lodostan yılmış olmasıdır sanırım. Yağmur bir kahraman gibi gelir şehre, zihinleri lodostan kurtarır, açığa çıkartır. Sokağa bu akşam da böyle, bir kahraman gibi girdi yağmur, sevindik. Oysa bu sokakta her yağmur yağdığında, ihtimal çoğu evin sağı solu akar, benim ki aktı misal, olsun varsın, değil mi ki lodosu dağıttı, hoşgeldi. (fotoğraftaki yağmur tabii ki sokağıma yağan bir yağmur değildir, bir başka yerde, bir başka senenin ilk yağmurunun fotoğrafıdır, lakin o sabah da, aynen bu akşam hissettiğim serinliği, temizliği hissetmiştim)

12 Eylül 2008 Cuma

tank sesiyle uyuya kalmak



Kırk yaşındayım ve 28 senedir bu ucube anayasa ile yaşıyorum. « Ajans » ı almanın bile siyasi sayıldığı bir gençlik yaşadım. Kimse yakınının radikal olmasını istemezken, dengeyi bulanların iyi karakterli sayıldığı, fikirlerin çok da kutsanmaması gerektiği, «siyasi görünümlü sosyal parçalanmalar» ın yaşandığı bir dönemde «çatışmayan» bir birey olarak büyüdüm, büyümekle kalmadım, yetişkin oldum. Yani şahane bir 12 eylül ucubesiyim. Benim 80’den önce hiç arkadaşım ölmedi, ama benim değil fikri için, aşkı için bile ölecek bile arkadaşım olmadı, biz abartmamayı öğrendik, biz ortada durmayı öğrendik. Duyduğumuzu öğrenmeyi, öğrendiğimizi fikre dönüştürmeyi, fikrimizi seslendirmeyi, gerekirse kavga etmeyi dengesizlik, ruhsal bozukluk diye bildik. Aynı mevzuu üzerinde iki üç cümleden fazla laf edenleri, lafı uzatanları « sağlıksız » bulduk.
Ben 12 eylül’ün fiziksel acılarından bahsedecek yaşta değilim ama mağdurum. 

Ayrıca bu gece televizyonda çok konuştu abiler, o taraf bu taraf.. ben baktım altmışından sonra bile hala yakışıklı olanlar solcular. 

11 Eylül 2008 Perşembe

"Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar”


Bu şehirde deniz ve demir yollarına karşı olan cinlerin varlığına ciddiyetle inanmaktayım. Herhangi bir devlet ya da yerel yönetim bir şehre böylesine bilinçli bir kötülük yapamayacağına göre olsa olsa karayolları cinleri ulaşımın bunca zor olduğu bir şehirde denizin ve demiryollarının kullanımı engelleyebilir. Yıllardır şaşmaktayım; deniz kenarında oturan iki insan nasıl olur da birbirlerine ulaşmak için rakım yükseltmek, trafiğe girmek zorunda kalırlar? Ben henüz bunu anlayamamışken bir de demiryolu elimizden alınmak üzere. Yeniyi inşa ederken eskiyi yıkmanın ideolojik olarak geçmişte kalmasına rağmen, şehircilik alanında ve bu şehirde hala yürürlükte olmasına bayağı bayağı öfkeleniyorum. Marmaray projesine ihtiyacımız olduğu kesin, ortasından su geçen bu kalabalık şehrin bir tüp geçide ihtiyacı var elbet ama bunun için banliyö seferlerini iptal etmenin, yetmedi, şehrin nadir güzellikte ki binalarını yıkmanın manası var mıdır? Diyelim vardır, biz anlamıyoruz, niye haberdar edilmiyoruz tüm bunlardan? Aralık 2008’de Haydarpaşa’dan hareket eden banliyö seferlerinin iptal edileceğinden neden haberimiz yok? 
Büyük kentlerin alternatif yollara ihtiyacı vardır, yenileri icad etmek, eskilere alternatiftir, hadi diyelim moderniz, o zaman da eskileri yenilere alternatif olarak korumalıyız diye okuyabiliriz durumu.
Haydarpaşa yolların başlangıcıdır, Bağdat demiryolunun, alman emperyalizminin, Hicaz demiryolunun, “karşı” banliyönün ilk durağıdır. Daha da önemlisi Ankara’nın en güzel yeridir, değil mi ki Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönmektir ve Ankara’dan İstanbul’a dönülse dönülse trenle dönülür. Koridorda ilk çan küçükyalı’da çalınır, sonra tren yavaşlar, kondüktör Bostancı’dan Haydarpaşa’ya kahvaltı edilecek kadar zaman bırakacak yavaşlıkta sürer, banliyö trenleri hızla yandan geçer. Haydarpaşa’ya inildiğinde şehirde hayat çoktan başlamıştır, trenden inip iskeleye, hergün o iskelede vapur bekleyenlerin arasına –biraz da utanarak- katıldığında anlarsın, şehre geç kalmışsındır. Karaköy, Kadıköy ya da Eminönü’nde yakalarsın az sonra.

Haydarpaşa bu şehirden yok olursa ben kendi adıma çok üzüleceğim, çünkü;
- ergenliğimde beni ilk aşkıma ulaştıran otobüs her akşam Haydarpaşa’dan yedi on’da kalkıyordu.
- okul kırdığımda kıyafet değiştiribilecek nadir temiz yerlerden biri Haydarpaşa garının tuvaletiydi.
-Kaldırım serçesi ve şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım bir Bertrand Russell’ı Gar’ın kahvesinde bitirdim. (farklı zamanlarda tabii)
- ilk gençliğimde beni ilerdeki bir banliyö istasyonunda karşılayacak birinin olduğunu bilerek trene binmek çok heyecan vericiydi.
- Hatay restorana gitmenin en kısa yolu Haydarpaşa’dan trene binmekti. 
- memlekette bir kadının tek başına huzursuz olmadan, meşruiyete ihtiyaç duymadan rakı içebildiği tek mekan vagon-lit’nin restoranı Haydarpaşa’dan hareket eder.

Ama tüm bunların bir şehir için önemi yoktur ve zaten artık bahar Haydarpaşa garı büfesine gülden güzel kokan Arnavutköy çileği ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarası ile gelmemektedir.

“Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği
ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir
Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar”
N.H.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Küçük hikayeler III "Kadırga'da Kabala"


“Herşeyi anlayacağız diye bir şey yok” der bir ahbabım sıklıkla. Haklı ama bazı şeyleri de merak etmeden duramıyor insan. Kadırga’da bir mahalle bakkalının adının kabala olmasının nasıl bir manası olabilir? Ne yani kadırga’da kabalacılar yaşıyor ve bunu bakkal adı olarak bile ilan mı ediyorlar? Ya da Madonna çaktırmadan Kadırga’da eski evler mi almaya başladı?

8 Eylül 2008 Pazartesi

Gardmalad apartmanı




 Yıllardır o aydınlık, gepgeniş sokakta, upuzun, sessiz, yıkık duran bina doğruldu, sırlarını hala açık etmiyor ama, şehre geri döndü. Tomtom kaptan sokakta, “gardmalad apartmanı” diye adılan metruk bir binaydı. Yani hastabakıcı hemşireler apartmanı diye anılan lakin, bildiğim kadarıyla henüz hemşirelerin izine rastlanılmayan bir bina. Kırklarda ellilerde levantenlerin yaşadığı, bir çok dairesinde Glavaniler’in oturduğu, ön cephesi İtalyan konsolosluğu’na arka cephesi Fransız Sarayı’na bakan, her katında 12 oda bulunan dört katlı, örümcek bağlamış, terkedilmiş bir yapıydı. Şimdi Tomtom Suites olmuş adı. Her ne kadar bu şehirde “suites” lafının tam olarak neye karşılık geldiğini anlayamamış olsam da güzel olmuş. (fotoğraflar sırayla; mayıs 2005, nisan 2007, eylül 2008'de çekilmişlerdir)

29 Ağustos 2008 Cuma

İlle de roman olsun romanlar bizden uzak olsun


Diyelim ki her şey kanuni, sözler verilmemiş, Unesco o raporu hiç yazmamış, tebligatlar yerlerine ulaşmış, öyle bile olsa sabah altıbuçukta, sabah namazını müteakiben buldozerlerle yıkıma başlamak ne kadar ahlakidir? Kaldı ki kanuni olan bir durum yok ortalıkta, mahallede ve hatta memlekette. Mevzu karışık; Fatih belediyesi ile nam-ı diğer Sulukule, Neslişah mahallesi arasında aylardır sürüp giden, Unesco’nun, STK’ların, Avrupa Parlementosu’nun da muhatab olduğu, adaletsiz, gerçekdışı bir kavga. Sonu buldozerlerle biten, tarafların eşit siklette olmadığı, İstanbul tarihine “kötü yönetim” örneği olarak geçecek manasız bir kavga.

İstanbul’un Surdibi mahallerinden Neslişah ve Hatice Sultan mahallelerine biz aramızda sulukule diyoruz. Senelerce çingene dediğimiz, ama şimdilerde sebebini anlamadığım (bilmediğim) bir biçimde romen olarak adlandırdığımız istanbullular’ın yaşadığı eski bir mahalle Sulukule. Şehrin ortasında. Hemen yanından metro bile geçiyor, ama her nedense durağın adı ulubatlı Hasan!

Mahallede yaşayanlar birbirlerine bağlı, eski usul, aşağı yukarı hepsi aynı meslekteler, dini bütün değiller, zengin değiller, yeni gelen yok aralarında, hatırlayamayacakları kadar eski zamanlardan beri buradalar. Varoluşları beraber yaşamalarına bağlı, orada, surdibinde, biraz sokakta, biraz evde, biraz komşuda.

İdare edilmesi kolay olmayan hareketli bir cemaat. Yönetmeyi bilmeyen, yönetmek için emek harcamayan bir iktidarın ilk aklına gelen parçalamaktır. “Madem yönetemiyorum, yokedeyim”. Önce içerden dener parçalamayı, gizli nifaklar, küçük ödüller, olmadı cezalar. Bu mahallede başaramadı bunları yönetim, garip bir biçimde tüm zorluklar mahallenin meşruiyetini kuvvetlendirdi. Sonra sular kesildi, sonra telefonlar ve sonra bir sabah, çevik kuvvet eşliğinde buldozerler girdi mahalleye. Meselenin “hallediliş” biçiminde bana alçakça gelen bir taraf var, hatta tümü alçakça diyebilirim rahatlıkla. Yönetimin haklı oldu yanlar varsa da, bu alçaklık bunları ortadan kaldırdı.

Bahanelerden beni en çok güldüreni ve ağlatanı “kaçak yapı” oldu.

Sulukulede en yüksek bina dört katlı (idi).

27 Ağustos 2008 Çarşamba

masal


bir kent varmış, kimi yerde yeşil kimi yerde mavi, akşamları pembe sularla çevrili. Dağları ağaçsız, köyleri silme zeytin bergamut. Evleri taştan insanları etten bir kent. Suları küplerde, soğanları duvarda, fesleğenleri bahçede, meyvaları ağaçta, elleri toprakta, kadınları koynunda yürekleri allaha yakın ademlerin kenti imiş. Yaz geceleri evlerinin damlarında kurdukları yüksek yataklarında “yıldızlar ne yakın toprağa” derlermiş. Sabah tohum atar toprağa, akşam çeşmelerden gelen sularla sularlar, yatar kalkar, sabaha otlarını toplarlar, akşama aş yaparlarmış masalarına. 
Zamanın, aşın, aşkın bol olduğu kentin kapılarından bir akşamüstü, zamanı dar, aşksız bir adam girmiş. Bu zavallı adam aşksızlıktan ve zamansızlıktan hiç bir şey, ne bir kelime ne de bir meyva üretemezmiş. Mavi, yeşil ile başedemeyen, sadece kahverengi pantolan giyen, suyun derinliğinden korkan bir adamcağızmış. Çok kıskanmış o yüzden ağaçları, her bahar çiçek açan rengarenk ağaçları, narların kırmızısından, bademlerin beyazından nefret etmiş. Suyun üstünde durmayı beceremediğinden deniz olmasın istemiş. Zamansızlıktan, hayatında hiç yıldızlara bakamamış, görememiş bu zavallı adam, dama bile çıkmaktan korkmuş, çamaşır asılan, sevişilen, muhabbet edilen bu damlara. Göremediği yıldızları kimseler de görmesin diye, her ıssız karanlık yere, yere yakın, gökyüzüne uzak topraklara ışıltılı, parlak binalar dikmiş, ki yıldızların gölgesi bile düşmesin bahçelere. Yıldızları kaybeden kentliler su üstünde ayın şavkını, aysız gecelerde yakamozun parıltısını seyre dalmışlar. Daldıkları gecelerden birinde zavallı adam, yatağına büzüşmüş, korkuyla, düşünmüş denizi toprakla doldurmayı ki aşıklar ayın suya yansıyan gölgesinde sevgilerine bakamasınlar, ki dostlar yakamozlu gecelerde sandallarda sırlarını açmasınlar birbirlerine. Deniz toprakla, gökyüzü havai fişek ile dolduğunda kentliler taştan evlerine çekilmişler, ocaklarının yanı başında sevmişler çocuklarının başını, serin hayatlarını sulamışlar sabahları, akşamüstleri zeytine su verip kadınlar erkeklerine sokulmuşlar. Serin bir hayatı olmayan, olamayan zavallı adam hayatlı taş evler yokolursa hayatının serinleyeceğini sanıp – ah zavallı- taş evlerin duvarlarının hemen bitişiğine beton döşemiş, çok uzakta bir coğrafyanın duvarlarını, görmeye, duymaya engel balkonlarını taşımış, taştan evler küçülmüş, nefessiz kalmışlar, sularının yolu kesilmiş, pencerelerinin ışığı sönmüş. Kentliler gitmişler zeytinin altına yatmışlar, ailelerini korusun, serinlik, aş, aşk versin diye. Zeytin sarmış çocukları sevgiyle, gölgesinde serinlik, yemişinde aş, durgunluğunda aşk bulmuşlar. Zavallı adam nemli, ıssız kabusunda zeytini düşmanın son kalesi olarak görmüş, uyanmış karanlık uykusundan, sökmüş yerinden önce zeytini, sonra inciri ve sonra bergamutu. Yıldızsız, susuz, zeytinsiz, kuru, sıcak, yalnız uykusuna geri dönmüş. Kentliler yedikleri son zeytinin çekirdeğini toprağa atmışlar, çocuklarının başını sevmiş, sevdiklerinin dudağına dudaklarına değdirip yola çıkmışlar, çekirdeğin ağaç olup, toprağın tekrar deniz olduğu zamana dek yürümüşler. Zavallı adamın kabusları portakal bahçeli düşlere, havai fişekler yıldızlara dönüştüğünde geri dönüp, taştan evlerinin damlarına çıkıp uyumuşlar. 


18 Temmuz 2008 Cuma

büyükada


Şehir su ile çevrili olduğu için, anakara ile arasına su giren uzantıları var. Tuhafıma gidiyor, kentin su ile ayrılmış semtleri, adalar. Her istanbulu’nun illaki bir vesilesi olur adaya gitmek için; bir ahbab, bir piknik, bir cenaze, bir adak, olur da olur. Benim ilk vesilem kimya dersi idi, sevimsiz yani. Hoca şahaneydi ama, hem güzel hem hoşdilli, madam Stella. Adadaki bahçesinde ders yapmıştık bir yaz, çay, bisküvi ekstradan. 
Büyükada Meydanı’nın şaşırtıcı kalabalığına doğru yürürken babam “benim için ada böyle bir şey değil” dedi, “sokaklarında bir ya da iki kişi, olmalı”. Benim ada fikrim öyle değil. Sınırlı bir mekan olduğu için, toplanma yerlerinde, oğul uşak bir kalabalık arıyor gözlerim. Buluyorum da. Ama bulmayı beklemediğim, zamanın durduğu, görgü kurallarınının yasaklarla karıştığı, bütün gece içerden bir jöntürk eskisinin çıkmasını beklediğim o mekandı. Ağaçlar belli ki geçen yüzyıldan kalma, ama ya yan masada oturan geçkin hanım da mı hiç şehre inmemiş bir yüzyıldır? Akşam yemeğine “inmek” için artık bu kadar şık ve zarif olunması gerekmediğini kimse söylememiş mi ona? Açık havada tavla oynamanın, bebek arabası sokmanın, çocukların bahçede oynamasının yasak olduğu mekana tam söylenecekken bir baktım, büyük ekran televizyon yok ortalıklarda, tam da kupa zamanı, üstelik bir de kullanılmayan, bomboş salondan, chopin ezgileri duyuluyor. Söylenmekten vazgeçtim, salonun kapısından geçtim, tüm o kurgu bilim filimlerindeki zaman tünellerine benzeyen. Diğer tarafta, oturup kalkmalar, gülümsemeler, selamlaşmalar büyük avizeler, geniş ayna, piyano ve onu “ses çıkarmadan” çalmaya uğraşan kız, herşey zamanın bir yerinde durmuşlardı, eskimeden, tozlanmadan. 
Dışarıdan seslendiler “son vapur kalkıyor, çabuk ol”. 

10 Temmuz 2008 Perşembe


Sardunyalara bakıyor olmalı, tam karşısına denk düşüyor Çiçek Pazarı’nın sardunyaları. Ben o gün üç saksı sardunya almıştım tam da oradan. Hepsi kırmızı olsun diye uğraşmıştım, olmamıştı, sonra gidip kuzenin penceresine koymuştum, o evde yokken. 
Bu büyük, çarşı çevresindeki camilerin çeşmelerinde hiç eksik olmaz abdest alanlar. Hayal etmeye çalışıyorum, nasıl araya giriyor bu ibadet? Torbalarda domates peynir var gibi görünmediğine göre, belli ki Eminönü’nde, biraz arka sokaklara geçilmiş, belki de bursa pazarından perdelik kumaş alınmış, hanım metre hesabı yapmakta, ya da çarşıda altın bozdurulmuş, aşağı inerken çocuğa öteberi alınmış, belki de görümce nişanlanacak, Mahmutpaşa’dan bohça alışveri yapılmış, bey pek sıkılmış terlik, sabahlık seçmekten, bir havalanası gelmiş. “Dur hele bir hanım, pek bir yorulduk, ben ikindiyi şurada kılayım” mı dedi? Mahallede olsalardı, gider miydi camiye, yoksa Yeni Cami’nin ihtişamı, serinliğimi yoldan çevirdi adamı? Hiç emin olamıyorum amaç ibadet mi, yoksa otobüse binmeden bir ayak serinletmek mi? Ha bir de şunu merak ediyorum, neden ben, belli ki mahremiyete önem veren bir ailenin erkeğinin, şehrin en kalabalık, her çeşit insanın geçtiği bir noktada, ayaklarını yıkadığını, sümkürdüğünü görüyorum?

“Şart mıydı yani şurda durmak, mahallede kılardın namazı, ne fazlası var şu yeni caminin bizim mahalledikinden. Islatıcan yine çorapları, amaaann neyse, ne halin varsa gör. Hazır şuraya gelmişiz gel iki sardunya alalım kapıya, beyazları sevmem, pembelerden, kırmızı da olur. Önümüz bahar, yarın öbür gün masayı da çıkarırız kapıya. Akşam mis kokar çiçekler. Mangal yakma ama, geceleri leş gibi rakı kokuyorsun. Yakışıyor mu sana, ibadetinde adamsın. Taksi tutsak bari, çanta ağır, taşınır gibi değil. Hah otobüste kaçtı zaten, Yaaasin, bak kime diyorum, hadi ama”

24 Nisan 2008 Perşembe

15 Nisan 2008 Salı

hacopulo


Mekan ismi değiştirme tiki var bu devlette. Manalı manasız levha değiştiriliyor. Han geçidi neresidir bilen var mı? Ya peki hacopulo geçidi neresidir? Beyoğlu’ndan yolu azbuçuk geçen herkes bilir; en azından bugün, girişinde incik boncuk satılan, ilerleyince çantacıların olduğu, avlusunda amcanın şahane kahvesinin içildiği, madam katia’nın şapkalarının son nefesini hala vermediği bir geçiştir hocopulo.
Bir zamanlar Heral Usta’nın “aşırı kibar” ve “snop” ayakkabılar satmış olduğu, madam Touzet’nin kumaşlarını sergilediği, Ahmet Mithat’ın matbaasına evsahipliği yapmış, Çuhacıyan operasından aryaların yükseldiği bu pasaja özensizce “han geçidi” demek yakışık alır mı? Üst katlarda yaşayan ve yaşamış olan beyoğlulara ayıp en azından.

14 Nisan 2008 Pazartesi

Aya Andrea


Aya Andrea’nın denizcileri koruduğuna inanılır, üstelik Karadeniz’i aşıp İstanbul’a varan Ruslar’ın onun için bir de kilise yaptıkları söylenir. Karaköy Mumhane’de, karatavuk sokağına cephelenmiş, tuğla bir yapının önünden yıllardır geçerim, mecburen, telekoma gitmek için. Bugün şöyle bir kafamı kaldıracak oldum yukarıya, mavi mi desem yeşil mi bir minik kubbe, semtin renklerine tezat yapının tam üstünde başka bir dünyadan gelmiş, konmuş gibi duruyor. Koca kapı açıktı, girdim, her katta sekiz dokuz kapı, trabzanlar işli mi işli, yerde karolar geçen yüzyıldan üstüme üstüme geldiler, upuzun koridorda top oynayan çocuklar sordular “kime bakmıştın abla?” Ne diyeyim? “yukarıya” goool.... bıraktılar beni. Merdivenler bir çanla bitti. Karşımda mütevazi bir ortodoks ahşap kapı. Arkasında bir şapelcik. Meğer Sevgili Aya Andrea buradan korurmuş denizcileri.
Karaköy’de döndüm dolaştım göremedim tümünü, şehir gizlemiş turkuaz kubbeyi. Aniden sarı votka istedi canım.

küçük hikayeler II


Giderek daha sıklıkla görür oldum tentesinde başka kapısında başka isim yazan dükkanları. Eşya şehrin hızına yetişemez olmuş. Denizler kitabevi bir kat yukarı çıktı ve yerini ultra modern bir kuruyemişçiye bıraktı. Memleketçe kuruyemişçi eksiğimiz bir nebze olsun kapanmış, güzel kitap görme rahatsızlığımız da bir miktar ortadan kalkmış oldu.

12 Nisan 2008 Cumartesi

Kanuni sultan süleyman ve hürrem sultan türbesi


Kulağıma çalındı, ya da ben laflarını çaldım; adam arkasından yürüyen gül yüzlü kadınlara; “demek ki neymiş, herşey fani, hepimiz gelip geçiciyiz” diyordu, kendinden emin, dünya bilgisine sahip, kadınlara hakim, en önde yürüyerek. Daha ne ister ki bir adam. Yolunu kesesim geldi. Şöyle de bir bağırasım; “ bu mudur anladığın kanuni ile hürremden, fani değil hiç biri, adam parasını ona buna değil, mimar sinan’a harcamış, bu binayı yaptırmış ki sen burada gez aklın başına gelsin, hürrem, nikahlı, siyasi kadın, böylesine mütevazi bir yerde yatmayı istemiş ki senin arkanda yürüyenler bunu bile akıl etmiyorlar” ah bre adam.

çınaraltı


Çarşının Beyazıt kapı tarafında sahaflara çıkan altı yedi sekiz basamaklı merdiveni vardır, dün hızla o basamaklardan çıkarken bir anda yavaşladım ve hatta durdum, durup şöyle bir arkaya baktım. Burnuma, ilk kitap avımın kokusu geldi. O merdivenleri o günlerde çıkarken yaşadığım heyecanım hafifçe yokladı, o sevmediğim, kızdığım köhne hisse kızdım, hızlandım. Artık oralarda durmuyorum, geçiş olarak kullanıyorum. Yine de dayanamadım Elif’te durdum. Annemin ve benim ayrı ayrı dönemlerde merdivenine çıkıp Aslan bey’i sinirlendirdiğimiz, şimdi ders kitapları, biraz turistik kitap biraz da elif şafak satan kitapçıda. Kulağımdaki küpe durup dururken düştü, kitapların üstüne. Eğilemedim, bakakaldım küpeye, tezgahtar –kitapçı olmadığı her halinden belli- şaşırdı, eğildi aldı küpeyi. “Biliyor musun annemle ben aynı kitapçıda eşelenmişiz, ama benim kızım olsa o buraya gelemeyecekti” diyemedim tabii. Yürüdüm, meydana çıktım. Sahi ne zaman gitti bu kahve Çınaraltından? Nerede çay içiyor öğrenciler? Dönüşümleri anlıyorum, Kapalıçarşı’nın tam da yanındaki kitapçıların zaman içinde turistik dükkanlara dönüşmesi, hoşlanmasam da anlaşılır bir durum. Ama koca üniversitenin karşısında, caminin hemen yanında koca çınarın altındaki bin senelik kahve nereye gider durup dururken? Niye ki? Hüseyin Avni Dede hala orada inadına.

İstanbul'da lale zamanı

10 Mart 2008 Pazartesi

kütüphane


Modern kılıklı kütüphanelere alışamıyorum. Benim için kütüphane yaşlı bir mekandır. O yüzden Taksim’deki Atatürk kitaplığı, Sultanahmet’teki Başbakanlık arşivi pek sevimsiz görünmüştür gözüme. Sanki kütüphane yüksek tavanlı, ahşap raflı, biraz toz kokulu birşey olmalı gibi geliyor bana. Nitekim geçenlerde gazetede dünyanın en güzel kütüphanelerinin fotoğraflarını yayınlamışlar, hemen hemen hepsi benim hayalimdeki gibiler. İlgilenenler için:

http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=10025&p=1&rid=2

Bugün gittiğim kütüphanenin ise dışı eski içi yeni idi; İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün üç katlı kütüphanesi. Bina Tepebaşı’nda, Londra otelinin iki üç bina yanı, mimarı otelinki ile aynı; Guglielmo Semprini, hani şu Alman lisesi, Alman hastanesi, Saint Antoine’ın müteahhitliğini de yapan italyan mimar. Binanın giriş katı sergi salonu olarak kullanılıyor. İlk kat cumhuriyet dönemi, ikinci kat osmanlı, üçüncü kat bizans, yukarıya doğru bir zaman yolculuğu. Fazla modern görünümlü geldi bana, fazla aydınlık. İkinci katta aklımı biraz şımarttıktan sonra ruhumu beslemeye giriş katına indim: Saltanatın Dervişleri / Dervişlerin Saltanatı sergisine. Ney iyi geldi.

6 Mart 2008 Perşembe

düş göremeyen düşkün adamlar


Savaşa girdik çıktık memleketçe iki cemre arasında, ilk kardeleni beklemeden yan komşuyu ziyarete gitti ordu, dilimin söylemeye varmadığı sayılarda çocuklar öldü. Tüm tembel öğrencilerin yapacağı gibi gerekenler listesinde en kolay ve en sondaki en önce yapıldı. Dizilerden yorulmuş, reality şov çekmeye üşenen televizyonlara gün doğdu. Jenerikte silah, bomba, kar, helikopter, kan gösterirken kimse düşünmedi orada harcananın benim ödediğim vergi olduğunu ya da ölenin komşunun dayıoğlu olduğunu, o ya da bu taraftan. Sebebin ne olduğu, başka çözümlerin olup olmadığını düşünmedi kimse. Erken döndü ordu, az öldürdü diye birbirine girdi düşün adamları, düş göremeyen, düşkün adamlar. Askerler siyasetçilerin siyasetçiler askerlerin sözünü söylerken bugün toprağa cemre düştü. Bana da şehirde bir yüz güldü, “kırık dökük olsam da buradayım, dur hele yapılacak şeyler var daha” diye

küçük hikayeler


Kürk tabii ki sevmem ve tabii ki kırtasiyeye bayılırım. Peki niye Panter kürk’ün kırtasiyeye dönüşmesi beni hüzünlendirdi?

27 Şubat 2008 Çarşamba

Galatasaray postanesi




Geçerken görüyorum, görkemli kapısının üst aralığından benim gibi meraklı birileri mutlaka içeriyi görmek için kafalarını uzatıyor. Ve sanırım aynen benim gibi hayal kırıklığına uğruyor. Galatasaray meydanındaki koca binanın kapısı, restorasyonundaki usulsüzlükler yüzünden1998’den beri kapalı, uzun yıllar sessizce, çaresizce başına gelecekleri bekledi. 2003’te ilk katını nostaljik postane olarak koruma şartı ve restorasyonunu altı ayda bitirmek üzere, müzeye dönüştürecek olan Galatasaray kulübüne devredildi. Sonrası... sonrası malumumuz değil, gazeteler unuttu gitti kentin en ortasındaki koca binayı, çevre esnaf bir dedikodu sahibi bile değil, içerde ne olup bittiğine dair. Bir süredir içerde yavaş işleyen bir şantiye “varmış gibi”, kapısında girmek yasaktır levhası. Benim gördüğüm o kapının ardında bina mina kalmamış, bir boşluk. Hesabı sorulmayacak, sorulacak olsa bile muhatab bulunamayacak, yeri doldurulamayacak kocaman bir boşluk, üstü kocca bir telefon reklamı ile örtülü, nazire mi yapıyorlar anlamadım, maun bankolarında zarf üstü yazdığım, pul yapıştırdığım binanın, cep telefonunun icadı ile artık işlevsiz kaldığını mı anlatmaya çalışıyorlar? Gel sen bir de bunu Theodor Efendi’ye anlat. Nereden bilirdi adam 1907’de konağını Posta Telgraf Nezaretine satarken, güzelim konutunun bu hallere düşeceğini. Şaşıyorum doğrusu Posta telgraf nazırı Hüseyin Hasip Paşa ne demişte ikna etmiş Thodor Sıvacıyan’ı evini satmaya, hem de kendi elleri ve kesesi ile 1875’te yaptırdığı evini. Üstelik binanın ilk katında da bir ecza laboratuvarı var, eczacı; Apolonatos.

Postane binası bir kurum mekanı olamayacak kadar görkemliydi; cephesi mermer, tavanlar çiçekler, meyvalar, av hayvanları resimleri ile süslü, gül ağacı kaplamalı kapılar, tabii pirinç çivilerle raptedilmiş, benim en çok aklımda kalan yüksek, koyu renk bankolar. Diyorlar ki mobilyalar hep Ankara’ya gitti, lojmanlara filan. Ne işi var onca eşyanın başkentte, nakliye ücretine yazık.
En çok da istanbul’a yazık.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...