29 Aralık 2008 Pazartesi

taksim maksemi



Biz eskiden belediye yalakları derdik, kırk yıllık taksim maksemi oldu sana Cumhuriyet Sanat Galerisi. Kırk yıl lafın gelişi tabii, 276 yıl aslında. Maksem, suyun taksim edildiği yer anlamına gelir ki zaten Taksim de adını bu mekandan almıştır. Bir zamanlar şakır şakır sular akardı, kışları üşüme, yazları serinlik hissi verirdi, sonra sular kesildi, oysa aynı zamanlarda bu şehrin denizinin ortasından bile havaya sular fışkırtan manasız düzenekler kurulmaya başlanmıştı. Neyse bu ayrı mevzu, karıştırmayalım. Bir süredir, hummalı bir çalışma vardı maksemde, geçenlerde inşaat bitti ve içinden tam bir cumhuriyet galerisi çıktı, ilk serginin adı Sinne-i millet, tabii… Eskiden su akan ön cephe belediyenin övünme panosuyla –hayli uzun- kapanmış. Rüküşlüğün bini bir para, buna alıştık da benim anlamadığım bu belediye yalaklarının niye bunca güvenlikle korunduğu, sanırsın altın suyu akıyor içinden. Komik duruyor.

ayvansaray



Ben bunu gördüm. Ayvansaray’da Ayvansaray kuyusu sokakta, süslü kıyafetler satan, camında “overlokçu aranıyor” yazan bir dükkanın önünde, tam önünde de değil aslında, dükkandan ayrıksı, sokağın neredeyse ortasında duruyordu. Sokak kesinlikle tasarımcıların, marjinal grupların yaşadığı bir sokak değil, camili, kiliseli, araba tamircili, bakkallı, kısa, dar klasik bir haliç sokağı. Anlamadım, ama uzun süre gülümsedim.

24 Aralık 2008 Çarşamba

küçük hikayeler IV denizciler kitabevi


Mucizeler de oluyor elbet, burası beyoğlu. Kuruyemişçi olmuştu güzelim denizler kitapçısı,
http://dilruba-dilruba.blogspot.com/2008/04/kk-hikayeler-ii.html

ama bir pazartesi baktım kitapçıya geri dönmüş, şaşkınlıkla caddede gitip geldim, gözlerime inanamadım, deli deli dönerken, ahbablara yakalandım, kolumdan tutup kahve içmeye götürdüler, tünele karamut kahvesine; iki sade, bir çay, bir neskafe. Dönüşte yine baktım valla geri dönmüştü denizler kitapçısı.

16 aralık 2008



Eskiden avrupa şehirlerinde ne çok özenecek şeyimiz vardı ; peynirler, ayakkabılar, yüzükler, yatak örtüleri, lambalar, kalemler, mumlar, artık hiç birine bakmaz oldum, alası var memlekette ama kitaplar ve cdlere hala ağzım sulanarak bakıyorum. Hala kitapçılar pasta dükkanı gibi görünüyor gözüme. Gariptir, çok katlı, binlerce kitabın bulunduğu uluslararası kitapçılarda özenmiyorum hiç bir kitaba. Ama o dar merdivenli, kitapların çekip çıkartılması eziyetli raflı, koridorlarında yere oturmuş, dünyanın sırrını bulmuş bir ifade ile suratıma bak-mayan- adamlarla karşılaştığım dükkanlarda, yere yatasım geliyor, biri beni gelip kaldırana kadar yatsam, bildiğim kitapların olduğu iki üç rafı –mutlaka yalnış anlaşılmış, yalnış düzenlenmiş- elden geçirsem diyorum. Bir ya da iki kitap alıyorum, çıkıyorum. Bayağı canım acıyor.

18 Aralık 2008 Perşembe

15 aralık 2008


Zor bir sabahtı. Şehrin en güneyine doğru otobüse bindim, cite universitaire’in büyük kapısında indim. Cite Universitaire bir nevi üniversite yurdu ; farklı ülkelerin kendilerine ait, kendi mimarilerindeki yurtlarının bulunduğu çok büyük bir alan. Sessizdi, yeşillikti, yerler buz tutmuştu, binalar etkileyici, insanlar gençti, ve işte bu sabah burada olma nedenim karşımda duruyordu, bir süre durdum baktım, soğuktan mı, nostaljiden mi anlayamadım, gözümden yaş geldi. La maison des etudiants Armeniens (Ermeni öğrenciler evi) tüm ihtişamı ile bıraktığım gibi duruyordu. Kaldığım her odanın camına ayrı ayrı baktım, içerinin kokusu geldi burnuma, mutfakta pişen antep yemeklerinin, koridorlarının temizliğinin, odalarda pişen kahvenin. İçeriye giremedim, vedalaştım.

14 aralık 2008



Soğuk korkutur beni, hele yağmurla ürkünç bile olabilir. Hele bir de kendimi sokağa çıkmak zorunda hissediyorsam vay halime. Evden çıkmalı, hızlı hareket etmeli ve yine kapalı bir yere girmeliydim, öyle bir yer olmalı ki bu şehirde olduğumu hissttmeliydim. Beaubourg’dan daha uygun bir yer olabilir mi ? Beaubourg sadece bir müze ya da sergi salonu değil, koca bir dünya. İtiraf ediyorum ; sergi gezmedim, kitapçısında vakit geçirdim, kahvesinde kahve içtim, yağmur durulunca Musee Carnavalet’ye gitmek üzere Marais’ye doğru yolaldım. Carnavelet 1548’de inşa edilmiş bir hotel. (aristokratların meskeni manasında). Tarih öncesinden bugüne kadar geniş bir koleksiyona sahip ama ben tabii ki kendimi 18 - 20. yüzyıllarla sınırladım. Marcel Proust’un odasını, Voltaire’in koltuğunu görmek etkileyiciydi tabii ama yalnız olmama rağmen gördükçe yüksek sesle nidalarda bulunduğum uzun koltuklardı. Herbirinin adı farklı ; düşes, kırılmış düşes, sırdaş, prenses… 
Ne çok mobilya, ne çok aksesuar, ne geniş mekanlar…

13 aralık 2008


Bir şehirli hangi şehirde olursa olsun kendine ait bir yerler bulmakta gecikmez ve sanırım aşk da olduğu gibi şehirlerinde her yaşta geçilen farklı yolları vardır. Ben bu şehrin kuzeyinde yaşamadım, oysa her geldiğimde biraz daha rahat hisseder oldum buralarda, mesela Clichy’de. Fazla Henry Miller okumuş olmamın bir etkisi olabilir mi acaba ? 
Gerçek bir turist olmaya karar verdim, müze gezeceğim, liste bile yaptım. Modernlerde gözüm yok, arkeolojide hiç yok. 17 ile 19 yüzyıl arası bana yeter de artar bile. Sabah musee d’art decoratif üç saatimi aldı, üstelik her yerini de gezmedim, her odada ikişer üçer saat olması neyle açıklanıyor acaba ? 
Öğlen yol arkadaşlarımla buluştum, Passage Vivien’de bir şarap degüstasyon yerinde şarap içtim, ne anlarım ben degüstasyondan ? 

Günün ilk yarısını ağır burjuva geçirmiş olmanın verdiği yükünü hafifletmek amacıyla kendimi Clichy’ye erotizm müzesine attım. Oldukça farklıydı sabah gezdiğim müzeden, haliyle. Yedi kat erotizm –kimi katlarda pornografi- yüzüm gözüm açıldı. Çok soğuk, bu gece evde oturmalı

12 aralık 2008



Burada yaşarken çok sık zaman geçirdiğim mekanlardan biriydi institut du monde arabe (arab dünyası enstitüsü diyelim). Nehir kıyısında, şehirden oldukça ayrıksı modern bir yapı, hep iyi sergiler olur, kahvesi pek keyifli, kitapçısı zaten cüzdan düşmanı. Bu günlerde Mısır ve bonaparte sergisi var, gitmemek olmazdı. Giderken de aklımın bir köşesinde kahramanıma ait bir şeyler bulma ihtimali vardı, buldum, Kavalalı Mehmet Ali’nin kocaman bir portresi bir köşede beni bekliyordu, selamladım, hal hatır sorma derken baktım hava kararmış, tam çıkarken çok tuhaf bir mobilya ile karşılaştım, bir çeşit kütüphane, Bonaparte’ın yazdırdığı o koca mısır kitapları için, o kitapların boyunda özel olarak yapılmış, bakakaldım.

11 aralık 2008


Dördüncü katta olmama rağmen sokaktan, yabancı bir ülkede olmanın verdiği rahatlıkla yüksek sesle konuşan ve herşeye manasızca şaşıran turistlerin sesi, gürültüsü geliyor. Dar bir sokak, suya yakın, 30 adım sonra nehir akıyor şehrin ortasında. 
Günleri, saatleri kaçırmamak için hızlı yürünür, hızlı bakılır yabancı şehirlerde. Şimdi günün sonunda, unutmamak, anlamlandırmak için baştan hatırlıyorum günü, bana kalan imgeleri, hangi köşede ne hissettiğimi. 
Yalnış bir bilgi ile başladım güne, yalnış olmasına sevindim sonra. Serginin adı Cesare Pavese-yaşama sanatı diye yazıyordu, Pavese’nin günlüklerinin (yaşama uğraşı) sergilendiği bir sergi olsa gerek diye düşündüm. Sabah sabah kendimi üzmeye sergi salonuna gittim, hüzün filan değil, bayağı bayağı acı görmeye hazırlamıştım kendimi ki serginin afişini gördüm ; Cesare Pavese ve Torino’su. Mevzu günlükler değil, yazar ve şehri üzerineydi. Rahatladım neredeyse. Kim ister görmek o satırların el yazısı halini, bir adamın yaşamıyla ilmek ilmek uğraştıktan sonra uğraşısında başarısız olmasını ? 
Çok yürüdüm soğukta, alışmaya çalıştım şehre. Sıkıntılı bir ilişki benimki bu şehirle, bu haliyle. Emlakçı gezerken sokaklarını öğrendim ben bu şehrin, yabancılar ofisi, elektrik idaresi, bir arkadaş evi, bir konferans salonu ararken ezberledim sokak adlarını, şimdi boş boş, günü yakalamaya, bildik köşelerde bildik suratları görmeye uğraşmak insanın gücüne gidiyor, sanki eski bir dost uzaktan selam vermiş, hızla uzaklaşmış gibi. Bu hissi atlatmak için yürüdüm, çok yürüdüm. Yüz vermedim tanıdık sokaklara, akşama doğru, fotoğraf makinamı çantamdan çıkarmaya cesaret etmiştim. Utanmadan mehtap ışığında bir Pont neuf fotoğrafı bile çektim. 

5 Aralık 2008 Cuma

dolmuş


Dolmuşun bu yüzyılın mühim icadlarından biri olduğunu kimse inkar edemez sanırım, şimdi gün be gün biz farketmeden yokolan bir icat. Niye yokolduğunu anlayamadığım, kimseye zararı olmayan, faydası anlatmakla bitmeyecek bir sistem dolmuş. Ayakta, kalabalıkla yolculuk etmek istemiyorsan, otobüse vereceğinden biraz fazla, taksiye vereceğinden hayli az bir paran varsa dolmuşa binersin. Güzelim amerikanlar dolmuşçuluğu bıraktı, tamam onu anladık, arabalar değerli, müzelere kalktılar, yerlerine sarı minibüsler geldi, içinde para uzatmakta zorlandık, peki niye dolmuş parkurları sürekli olarak yokoluyor? Beşiktaş-Bebek dolmuşuna ben bir gün olsun kuyruk beklemeden binmedim, demek müşterisi vardı, bir gün iki iskele arasına gittim, ne kuyruk ne de dolmuş var. Karaköy-Harbiye hattının kalkmasının hadi bir açıklaması var, memlekette sınıf farkı arttı, Nişantaşlılar vapur kullanmıyor, Karaköy’e işi düşenler –nalbur alışverişi yapanlar, balıkçılar, kerhaneye gidenler, tarım ilacına ihtiyacı olanlar- Harbiye, Nişantaşında oturmuyor. 
Diyeceğim odur ki yakındır dolmuşun nostaljik bir nesneye dönüşmesi, Beyoğlu tramvayı gibi, 56 chevrolet’lerin tur attığı sembolik bir parkur görmemiz. Haa.. ben biner miyim? Binerim. Özledim. 

4 Aralık 2008 Perşembe

Vlora han (güllü bina)



Bir laf arıyorum, umursamazlıkla cahilliğin bir arada olduğu hatta içinde biraz da suç anlamı bulunan, bulursam bu yapının bugünkü halini tarif etmek için kullanacağım. Alaladelik desem az kalır.
Ben güllü bina dedim gördüğümden beri, yanından geçerken neredeyse kokusunu duyarım güllerinin, adı “Vlora han”mış. Adı yok binanın üstünde, varsa da görünmüyor, hertarafı tabela ile kaplı. Bir köşe bina, hani gavur memleketlerde rastladığımızda heyecanla fotoğrafını çektiğimiz, kalın kaplı fotoğraf kitaplarında gördüğümüzde, “vay be adam yapmış” dediğimiz o, şehrin güzel köşelerini tutan, tuttuğu köşenin hakkını veren yapılardan benim güllü binam. Kıyıda köşede de değil üstelik, bayağı bayağı şehrin ortasında, Sirkeci’de, büyük postanenin çaprazında, Muhsirbaşı sokak ile büyük postane sokağı birleştiren köşede, sirkeci garının isini üstüne giymiş, tüm o çirkin tabelalara rağmen hala fingirdek, sırtında güllü şalı ile mütevazi duruyor. Oysa bu şehirde hiç de mütevazi durması gerekmeyen yapılardan biri Vlora han, her katından ayrı ezgi gelse, tomurcuk açan o balkonlarının her birinden ayrı güzel kadın başı uzansa hiç bir istanbullu’nun şikayeti olmaz sanırım. Ama şimdilik böyle işte.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...