21 Mayıs 2017 Pazar

Tirendaz Sokak

-->
Tirendaz sokak
Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumunda, Süleymaniye Cami arkalarında lakin hüzünden bitap düşmüş, hüznü belki de o kızıl binaya minare dikilip adına cami denildiğinde başlamış olabilir. Kimbilir belki de Atıf Efendi kütüphanesinde çalışanlar bir bir gidip evler sahip değiştirince de sokağa bir ağırlık çökmüş olabilir. 2009’da gördüğüm hüzündü, ama bugün yaşananın adına hiç çekinmeden acı diyebiliriz. siyah beyaz fotoğraf 2009, renkli olan 2016'dan. http://dilruba-dilruba.blogspot.com.tr/2009/01/vefa.html
2009’da sokak yaşıyordu, şimdi ölmüş. Çok yakında yeni evler göreceğiz o sokakta, cansız. Mahallelinin diliyle Kilise Camii’nin ve kütüphanenin gölgesinde yaşarken, mahalle yutacak camiyi de kiliseyi de, görünmez olacaklar. Tirendaz sokak bu şehrin en güzel sokaklarından biriydi, adı gibi, gitti. 



27 Mart 2017 Pazartesi

Mihrimah Sultan Camii Edirnekapı

-->
Bir zaman önce İstanbul’la ilgili ‘hoyratlık’ adında bir blog daha mı açsam diye düşünüyordum.  Çünkü burada yazdıklarım hep İstanbul’a yapılan hoyrat muamele üstüne olmaya başlamıştı. Ama bu bir zaman önceydi, gezerken hoyratlıkların göze çarptığı, battığı zamanlardı. Geçti o zamanlar, artık kentin kendisi bir hoyratlık halini aldı, dolayısıyla buradan devam.
Bir mimar aynı isimle iki Camii yapıyor, biri Üsküdar’da diğeri Edirnekapı’da. Öyle bir iş yapıyor ki senenin bazı günlerinde ki o günler bu günler, camilerin birinin arka cephesinden güneş batarken diğerinden ay doğuyor. Tabii bunu görebilecek hala bir ufuk kaldıysa bu şehirde. Camilerin adı Mihrimah yani güneş ve ay. Bu bir tesadüf değil, olamaz çünkü o mimar, Mimar Sinan. Üsküdar’daki Cami Mihrimah Sultan’ın kendisi tarafından yaptırılmış, Edirnekapı’daki ise, sultan’ın ölümünden sonra 1562-1565 yılları arasında yapılmış, İstanbul’un en yüksek tepesine, biraz da gözlerden uzağa. Rivayet muhtelif, Mimar’ın Sultan’a aşık olduğu, ilk yaptığı caminin Sultanın şanına yakışır ihtişama sahip olmadığı için bu ikinci camiyi bu kadar ihtişamlı ve aydınlık ve biraz da korumacı olarak gözlerden uzağa yaptığı söylenenler arasında. Ve tabii Sultanın adına gönderme olarak, güneşin batışı ayın doğuşuna göre yer seçmesi bu rivayetlerin en romantik tarafı.
Mihrimah Camii, Mihrimah Sultan Camii, Edirnekapı Camii, günümüzde ve belgelerde farklı isimlerle anılıyor bu yapı. Fatih’in İstanbul’a girdiği kapıdan şehre girdiğimiz anda tüm ihtişamıyla çıkıyor karşımıza, Fevzipaşa ile Kaleboyu caddeleri arasında. Başına gelmeyen kalmamış yapının, 1719 depreminde kubbesi çöküyor, yenileniyor. 1766 depreminde minare düşüyor, onarılıyor, 1894 depreminde minare düşüyor avlu revakları zarar görüyor, 1950’de yol genişletme çalışmalarında çatlaklar oluşuyor, 1967-69 yıllarında tüm külliye onarıma giriyor, depreme karşı güçlendirme çalışması yapılıyor. Lakin 1999 depremde ciddi bir zarar görüyor, kapatılıyor ve restorasyona alınıyor. 11 yıl sonra açılışında dönemin başbakanı, ne çok çalıştık, bak ne güzel yaptık diye konuşma yaptı. Restorasyona emek harcamak elbet iyidir. Lakin insan biraz boynunu eğmez mi Mimar Sinan önünde, demez mi ‘abi sen 3 yılda bu yapıyı inşa etmişsin, pardon biz ancak 11 yılda onardık’ diye. Yok. Neyse Mimar’a edilen ayıplar, hakkında yazılan tezler kadar sayfa tutar. Geçelim canımızı yakmayalım. Ama yukarıda iki fotoğraf var. 500 yüz yıl önce adamın biri ışığı mermeri hesap etmiş, demiş bu ışık, bu taş bin yılda değişmez, ben buraya koyayım, gören görsün. Ben gitmişim, canım sıkılırken, 500 yıl sonra, ışık orada, mermer orada, güneş aynı saaatte batıyor. Sinan aldım ışığını, aşkını, lakin ne mümkün aklını.  Ben yine sana şikayet edeyim, sen İstanbul’un en yüksek tepesinde bu yapıyı yapmışsın, biz altına bunları koymuşuz, affet abi.

4 Eylül 2015 Cuma

Haseki Sultan Külliyesi

-->
İstanbul’da ana caddelerden iki sokak arkaya geçtin mi hemen başka bir dünya karşılar insanı. Millet Caddesinde Haseki hastanesinin yanındaki sokaklardan biraz arkaya doğru yürüdün mü zaman tünelinden geçmiş gibi olursun. Haseki caddesi ile Özbek Süleyman Efendi caddelerinin birleştiği yerde koca bir külliye, camii, darüşşifası tüm mahalleye hükmeder.

Külliye ve Cami, Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri. Cami o yüzden biraz mahçup, mütevazi. Sinan dediğim, Koca Sinan, Mimar Sinan. Haseki dediğimizde Haseki Hürrem Sultan. Mevzu önemli yani.
Cami zaten günümüzün hoyratlığına maruz kalmış, ama anlaşılmaz olan 17. Yüzyılda binanın genişletilmeye çalışılması ve ilk inşasındaki zevk ve mimarı geleneğinin bozulmuş olması. Sinan o zamandan yerinde dönmeye başlamış olsa gerek.
Sokağın karşı tarafındaki imaret, mekteb, hastane medrese binaları haseki külliyesi diye anılıyor. Mahalleli tabii ki öyle anıyor. Çocuklar etrafında oynuyor, koca mahalleye adını veriyor, hepimiz biliyoruz orası haseki. Haseki nedir, Osmanlıda Padişahın cariyelerinden çocuk yapanlarına verilen ünvan. Hürrem Sultan da malumunuz Kanuni’den bayağı bir çocuğu var. Kendisi Haseki Sultan. Dolayısıyla camiinin ve külliyenin adı Haseki olarak anılıyor.

Peki bu ne?

2014 yılında Külliyede eğitim merkezi açılıyor, adı Abdurrahman Gürses Eğitim Merkezi oluyor. Sebeb nedir bilemem 2015 mayısında Kurumun adı ‘Diyanet İşleri Başkanlığınca "Haseki Abdurrahman Gürses Eğitim Merkezi" olarak tashih edilmiştir.’
Abdurrahman Gürses Değerli bir din alimi, 40 yıl İstanbul Beyazıt Camii İmamlığı ve Kur'an-ı Kerim Muallimliği,  Emekli olduktan sonra o zaman adı Haseki Eğitim Merkezi olan yerde  Kur'an-ı Kerim Muallimliği yapıyor. 1999 yılında 93 yaşında ölüyor.  Cenazesinin kalabalığından hakkında yazılanlardan değerli bir ilim adamı olduğu belli.
Eminin yattığı yerden Diyanet işlerine sövüyordur: ‘ulan hadi Hürrem Sultan Külliyesini devlet malı yaptınız, üzerine bir de orayı eğitim merkezi adı altında kuran kursu yaptınız, hadi allah razı olsun adımı da verdiniz eğitim merkezine, iyi de adımın başına niye haseki koydunuz bre gafiller’
O demiyorsa ben dedim

11 Kasım 2014 Salı

KIZILHAN / KIZILTAN


Bilin bakalım sokağın adı Kızılhan mı Kızıltan mı? Belediyenin kafası biraz karışmış. Ama bizimki karışmaz çünkü biz biliyoruz o sokak adı levhasının hunharca asıldığı binanın Kızılhan olduğunu ve elbette sokağın adını o handan aldığını. Kızılhan, Rüstem Paşa Camii’nin Balkapanı’na bakan tarafında, taşlarının arasından bir zamanlar kızıl bir rengi olduğunun ipuçlarını veren bir han. Kalçin Sokakla, hasırcılar arasındaki sokağın üstünde, yani KIZILHAN sokağının.

Çakmakçılar Yokuşu



Çakmakçılar yokuşu, Beyazıt’tan çıkan Mercan caddesinin Uzunçarşı ile birleştiği noktada başlar, arada Mahmutpaşa ile rastlaşır ve kendini Sultanhamam’a atar. Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca misafir ağırladığı bir yokuş Çakmakçılar. Yol boyunca hanlarla karşılaşıyoruz. Büyük Valide han mühim, büyük valide dediğimiz Kösem Sultan, o yaptırtmış. 300 odalı imiş. Yine Evliya Çelebi’nin yalancısıyım, bin hayvan alırmış ahırı. Bir başka han, büyük Yeni Han1764’de III. Mustafa tarafından yaptırılıyor. Üç katlı, hikayesi bol bir yapı. Döneminde bankerlerin işlerini yürüttüğü bir mekanken,   sonrasında işgal kuvvetleri tarafından merkez olarak kullanılmış. Düşünün yani nasıl güzel bir yapı. Hala da güzel, ama güzelliğini farketmek için iyice bir bakmak lazım, özensizce sallanan elektrik telleri, dükkanların, mimariyi hor gören büyüklük ve çirkinlikteki panoları yapıyı gizliyor. Çakmakçıların neredeyse tümünde aynı özensizlik hakim. Restore edilse, temizlense diyeceğim korkuyorum, restorasyon anlayışımız, sabıkamız malum. O yüzden bırak dağınık kalsın.  

 





20 Mayıs 2014 Salı

NEDİR BU RÜSTEM PAŞA'NIN VAKIFLARDAN ÇEKTİĞİ?


En sevdiğim cami desem yalan olmaz, Süleymaniye’yi ayrı tutuyorum tabii. 

Rüstem Paşa Camii hep gözümüzün önündedir ama karmaşıklığın, kalabalığın içinde görmeden geçip gideriz. Galata köprüsünden Eminönü’ne geçerken sağ yukarda Süleymaniye’yi görmemek imkansız, gördünüz, gözünüzü ondan aşağıya denize doğru indirin, hah tam orada.  Girişi, hasırcılar, sobacıları geçer geçmez Rüstem Paşa Mahkeme sokakta.  Rüstem Paşa malum Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan ile evlenerek saltanata damat ve ardından sadrazam olmuştur, parayı pulu iyi idare etmeyi bildiği, o dönemde çarşının kalbi olan Tahtakale’de adına cami yaptırmasından da belli oluyor. Çukurda kalan bir yerde olduğu için altı subasman olarak yapılan dükkanlarla yükseltilmiştir. Şehir ve internet efsanelerinden biri der ki: caminin mimarı Mimar Sinan, Mihrimah Sultan’a olan aşkı sebebiyle Rüstem Paşa camiini yeterince gösterişli yapmamıştır ama kendini affettirmek için de süslemelerinde abartıya kaçmıştır. Açıkçası ben dedikoduya itibar etmem ama sevgili mimarımızın çini süslemelerinde elini korkak alıştırmadığı kesin. Bu camii için bir çini müzesi desek abartmış olmayız, içini bırakın dış duvarları bile iznik çinileri ile bezenmiş.

En güzel tarafı bugün de çarşının ortasında kaldığı için çok kullanılan bir camii, gireni çıkanı hiç bitmiyor, ben de çok gidiyorum oradan biliyorum. Ama içine girmek pek nasip olmuyor, hep namaza denk geliyorum.

Aynı Paşa’nın aynı Mimara yaptırdığı medrese ise bu kadar gözönünde değil, İstanbul erkek lisesini geçip, sultan mektep sokağına devam ederken sağda Rüstem Paşa sokağının sonunda dışarıdan kare içeriden sekizgen, durmuş oturmuş, sakin sessiz bir yapı. Uzun zaman Vakıflar tarafından depo olarak kullanıldı, içeriye girmek mümkün değildi, ama denen o ki restore edilmiş, ziyarete açılmış, gidip bakacağım, bildiririm. Ama en son gittiğimde kapısındaki manzara vakıfların prefabrik kulübe düşkünlüğüne bir örnek teşkil ediyordu, aynen bugün Rüstem Paşa camiinin avlusunda olduğu gibi.

Adam uğraşsın didinsin, padişahın kızı ile evlensin, türlü işlerle paralar biriktirsin, cihanın en büyük mimarına hem medrese hem camii yaptırsın, vakıfların koca paşaya layık gördüğüne bakın.
Şöyle güzel bir taşlığa bu hayrat, bu manzara reva mıdır? Mimar Sinan’a edilen zulmü demiyorum bile.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

ÇUKURBOSTAN PARKINA HOŞGELDİNİZ


Şehirle aramız limoniydi ne zamandır, gizli gizli dolaşıp, yazıyordum ama elim varıp burada paylaşamıyordum, şimdilerde aramız düzeliyor, ben de ufak ufak yazıları ifşa etmeye başlayayım. Mesela bu yazı ve görseller aralık 2012’den




Maksat Yavuz Selim Camiine gitmekti. Fatih Camii tarafından Çarşamba’ya kestirme yollar ararken Ali Naki sokaktan çukurbostan’a doğru çıkmaya karar verdim. Kendimi çukurbostan’da göreceklerime hazırlayarak yokuşu tırmanmaya başladım. Elbette bir bostan görmeyi ummuyordum, yıllar önce Dalan’ın bostan’ı düz edip beton döktüğünü hatırlıyordum. Ama Ali Naki sokağı’nın Yavuz Selim caddesi ile birleştiği köşeye geldiğimde göreceğim manzaraya da asla hazırlıklı değildim.
Çarşamba Çukurbostan parkına hoşgeldiniz. İnsansız, temiz pak, düzenli, sinir bozucu bir alan. Niye öyle dedim bilmiyorum, sinir bozucu işte.


Bu alan Bizans döneminde şehrin su ihtiyacı için yapılmış bir sarnıç. O dönem yakınlardaki Ayios Makios Ortodoks kilisesinden dolayı makios sarnıcı olarak anılmış. Osmanlı döneminde bu işlevlerini yitiren diğer sarnıçlar gibi burası da zamanla toprak dolmuş ve bostan olarak kullanılmış. Aspar Bostanı olarak da anılan bu bostanda zamanla evler yapılmaya başlanmış, halen varolan çukurbostan mescidi inşa olmuş ve bir mahalle oluşmuştur. Sonra her niyeyse bu alanın Pazar yeri olmasına karar veriliyor ve Dalan döneminde ne bostan ne o kagir evler kalıyor, geriye sadece bugün de korunan çukurbostan mescidi kalıyor. Pazar yeri de olmuyor ve anlaşılan o ki Fatih Belediye başkanı bir gün ‘abi biz burayı niye şöyle askeri garnizon bahçesi gibi bir park yapmıyoruz’ demiş olmalı ki ben bugün bu manzara ile karşılaşıyorum. Tabii burayı yapan mimar, çevre düzenlemecilerine asla dememişler, ‘var git evladım bak buranın hemen yanında Sultan Selim Camii var, pek de güzel bir bahçesi var, bak bakalım bu coğrafyada ne ağaç dikilir, gölgeler nasıl kullanılır, git bi feyz al’. Denmeyince de böyle olmuş.

5 Kasım 2012 Pazartesi

BOŞ OTURMAK


Bana kalırsa boş oturmak şahane birşeydir, evde değil, sokakta, boş, bildiğin boş. Kafa boş, ne yapacağını bilmeden, oturduğun yere karar vermeden orada oturup kalmak, bir şeyle meşgul olmadan, öylesine, olduğun mekanın yönlendirmesine ve sana sunduğu imkanlara göre oturmak, miss. Meydanlar bunun için şahane ortamlardır, sağından solundan, önünden, arkasından, o ya da bu sebeble yolun düşer, zamanın vardır, beklemek zorundasındır, paran yoktur, ilerleyemezsin, canın acıyordur, yalnız kalamamışsındır, hastaneye gidesin yoktur, ders kırmışsındır, mutlusundur, için içine sığmıyordur, bulursun kendini bir meydanda, herkesin yolunun düştüğü o noktada. Oraya yürünmez, oraya varmak için yola çıkılmaz, oraya varılır. O yüzden o meydanın yolu kesilmemeli, yollar oraya çıkmalı.

taksim

-->
Aylardır yazmadım gözüm İstanbul üstüne, çünkü ben en başta “bir şehrin sahipleri o şehirde en çok fotoğrafı olanlar değildir” demiştim, anı ile sahip çıkılmaz bir kente.  O yüzden yazamadım, sokağında gezmediğim kentte olanlara laf edemedim. Aylardır, internette Ayvansaray lafı gördüğümde tıklamadım, Tarlabaşı’nın son fotoğrafları günlerce gezdi tüm sitelerde, ikinci fotoğrafta kapattım. Meğer böyle oluyormuş bilinçaltını kapatmak, bir tık. Hiç olmamış gibi. Arada afet yasası çıktı, elbet mühim birşey, elbet afetten şiddetle korkuyoruz, en azından ben korkuyorum. Ben kaç tane koymuşumdur bu sayfalara yıkılmakta olan binaların fotoğrafını. Lakin kim inandı o yasanın o çatılar altında uyuyan insanları korumak için çıkarıldığına? Hangi vicdansız inanabilir kentsel dönüşümün hakikaten kenti sevenler tarafından icat edildiğine? O dönüşüm olduğunda kentin dönüştüğü şeyi seven kim kalacak? Sadece geniş bulvarları, eşit yükseklikte binaları, “yeşillendirilmiş” alanları, herşeyi yeni bir kenti kim sever? Hangi turist fotoğrafını çeker allahaşkına?
Neyse lafım bu değil. Taksim. İstanbullu herhangi birinin, hadi diyelim istanbul’u seven birinin, şu günlerde olanlara kalbi acımadan bakması mümkün mü? Geçen gün “Taksim’e ilk kazma” başlığını gördüm ve derhal bilgisayarı kapattım ve yaşadığım kasabada su kenarına gittim. Unuttum.
...
Meydandan geçmek çok zordur, dilediğin yerden geçemezsin, ışıklar sana zikzak yaptırır, çarpışa döğüşe, küfrede, söylene geçersin bir baştan bir başa. Herkes meydanın bir yerinde randevu verir, felaket, yaz günü, hiç gölge yok, pişersin, kış desen zaten sağdan ben diyeyim kurandel, sen de poyraz. Parkın merdivenlerinde egzoz dumanından duramazsın, Marmara’nın önünde kıyafetin yakışık almaz. Büfeler önünde rüzgardan saçın bozulur, ayrıca kokarsın. AKM önü – eğer AKM’yi hala bilen biriyle buluşuyorsan - karsa, yağmursa ayağın kayar, yazsa gölgede yer bulamazsın. Metro çıkışı zaten berbat, yazın gölge yok, kışın buz. Velhasıl taksim meydanı zaten sevdiğimiz bir yer değil, bir sürü kötü anımız var, hepimiz en az bir kere ekildik orada, buluşmak için randevu verdiğimiz yerin adı değişmiş olduğu için, trafik tıkandığı için, metro bozulduğu, Şişli’de bir kaza olduğu, Galata köprüsü kapalı olduğu için ekildik, ama asla çirkin olduğumuz için değil. Akşam baskısını aldık meydandaki büfeden, tutturamadığımızı gördük üniversiteyi, düğün salonundaki düğünden çok sıkıldık, karbonatlı çay içmeye çıktık gezideki çaybahçesine, yenilen bibergazı, dayak ve hatta kurşunlardan bahsetmiyorum bile. Yani hakikaten pek de sevmeyiz Taksim’i. Ama herkes gelir Taksim’e. Dolmuşun Aksaray’dan, tramvayın Eminönü’nden, metronun Bağcılar’dan, otobüsün Şişli’den, taksinin Beşiktaş’tan, arabanın Nişantaşı’ndan getirdiği de gelir taksime. Sonra hepsi yürür. Kimi meydandaki heykele çelenk koyar, kimi Asmalımescid’de şatobiriyan ısmarlar, kimi meydanda kalır, iki bira alır büfeden, diğerinin koyduğu çelengin yanında demlenir, meydandan az ötede dolanıp para kazanır erkek el ayaklı kadınlar, biri yeni çıkmış bir cd’yi, bir diğeri yüzyıl önce basılmış bir kitabı bulmaya gelir, kimi de sadece evine gider –evet inanmazsınız orada yaşayan insanlar var-, kimi bankaya, belediyeye yürür hızla, kimi de cumartesileri öğlenleri Galatasaray’a oturmaya gider, gözü yaşlı, ama kimi de en çok sadece gidip gelir, oralı olmak için, orada olmak için.
Taksimi yok etmek isteyen birileri olamaz, yanlışlık yapılmış olmalı.

Taksim'de sevgilisi ile buluşmamış
bira içmemiş
eylem yapmamış,
orada yaşamamış
şatobiriyan ısmarlamamış
kalabalıkla beraber metrodan meydana çıkıp yüzü gülmemiş
etabın önünde donmamış
ekilmemiş
gezide çay içmemiş
yeni çıkan bir cd’yi almaya uğraşmamış
100 yıl önce yazılmış bir kitabın peşine düşmemiş
sıkıntıdan bir boy yürüyüp gelmemiş
oralı olmaya çalışmamış

Buna karar verenler arasında bunlardan bir tanesini bile yapmamış birileri olamaz. Yoksa var mıdır?  
Dur dur... buldum.. yoksa tüm bunlar olamasın diye mi? Yok artık!

28 Şubat 2010 Pazar

Esrar dede

Sırf Esrar dede sokağının neye benzediğini görebilmek için Zeyrek’ten girdim Fatih camiinden çıktım ve bu neredeyse bir günümü aldı. Akşam haritaya baktığımda ise bir arpa boyu yol almış olduğumu gördüm. Ben bile şaştım o kısa mesafede ne çok sevdiğime selam vermiş olduğuma, üstelik beni tanımıyorlardı bile. Nabi, Baki, Aşıkpaşazade ve tabii sevgili Esrar dede. O gün tek bir beyit yüzünden ne ilk ne de son uzun yürüyüşüm olmadığını biliyordum, yürüdüm.

Esrar dede sokağı Haydar caddesi’nin karanlığı bitip Cibali caddesinin ki başlamadan evvelki o geniş aydınlığı kesen, o mahallelelere göre oldukça uzun bir sokak. Sanki Haydar caddesi bittiğinde herşey değişiyor gibi, sosyal yapı, çocukların oyunu, bakkalların önü, sanki o çirkin Cibali karakolu bir sınır olmuş, neye bilemedim, öğreneceğim.

Haydar caddesinde bir yabancı –orada yaşamayan herkes yabancıdır- izin verildiği kadarıyla yan bir sokağa girdiğinde kiminde bir ada konağı, bir diğerinde güncel sanatçılara taş çıkartacak bir teneke yapı, bir diğerinde ise boğazda bir yalı olması gereken bir bina ile karşılaşacaktır ama az ileride, Esrar dede’den saptıktan sonra, adını benim dostlarımdan alan Nabi, Baki ve Aşıkpaşazade sokakları çok eski meskun mahalleler olmalarına rağmen sanki deprem görmüşler ve üzerine 70 senelerinin mimari felaketine uğramış gibiler. Esrar dede sokağı genişliğini koruyabilmiş, Aşıkpaşa camii’nin gölgesi kendi sokağını koruyamazken Esrar dedeye uzaktan ferahlık vermiş. Reşat Ekrem Koçu’nun ansiklopedisinde “üzerinde 7 kadar beton ev vardır. (kasım 1967)” deniliyor. Tabii bugünün gerçekliğinden hayli uzak bir bilgi olsa da aynı ansiklopedide “cibali caddesi tarafından gelindiğine göre iki araba geçecek genişlikte paket taşı döşeli, az meyilli yokuş olarak başlar” tarifi sokağın bugün ki haline pek de uygundur. Esrar dede’de çok oyalandım, mahalleli benden hoşlanmadı, çocukları saldılar üstüme “filim mi çekeceksin abla” dediler. “yok” dedim. “Galata’da Şeyh galib’in öğrencisi olmuş, hayatında hiç bir şey yapmadıysa da sadece şu beyiti söylemiş adamın izindeyim” diyemedim.

“Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma”
 fotoğraf: çağa sokak (haydar caddesi) mini kalebodur, sur kalıntısı, beton, duvar yazısı, hepsi kiralık


27 Şubat 2010 Cumartesi

“suçluyu şimdi affetse kalbim, sonra mahkûm sayılmaz mı?”

Seyrettiğim bir filimde bunlar olmaya başlamış olsaydı, “bu kadar da olmaz, palavraya bak” diyerek kanal değiştirirdim, hem zaten yüreğim kaldırmazdı. Her suçlu yavaş yavaş affediliyor, affedildikçe alçaklaşıyor, hoyratlaşıyor, yeni suçlara hazırlanıyorlar. Çok korkuyorum, suçlular için değil, kendim için, tüm bunlar olup bittiğinde, o adamlar o bakışlarını, o kendini bilmez sözlerini alıp çekip gittiklerinde ben onları affedenlerin yönetiminde nasıl yaşayacağım? nasıl katlanacağım?
“suçluyu şimdi affetse kalbim, 
sonra mahkûm sayılmaz mı?” A.G.

Tirendaz Sokak

--> Tirendaz sokak Molla Şemseddin camii ile başlar, Atıf Efendi kütüphanesi ile biter bir sokak. Şehrin en değerli konumun...